BİR DÜŞE AĞIT...

 

 

     -O an kimsenin ulaşamayacağı bir gerçeklikte gizli ve gizemliydi. Mağrur, kuşkucu, inanılmaz... Boşluğa elini uzatır uzatmaz kalbini sözde yeni öykülere açmayı deneyen bir şövalye ya da tersine savrulmuş bir kılıcın yaraladığı eskil bir kahramandı: Her destanda bir öncekini örseleyen yönsüzlük...

 

     -Yön neydi peki?.. Var mıydı?.. Çiçeklerin açmaktan vazgeçtiği oldukça cüretkar bahar boykotlarında, kımıltısızca kaderinin akışını bekleyen o zavallı yön, bir aynanın izinde okun geriye dönüş yalnızlığıydı belki de. 

 

     -Oysa gerçeğin ne olup olmadığını boşluğa da olsa sormayı başarabilen bir cesaretin imza yeriydi O´nun küçük kalbi: Suların niçin durulmadığını, güneşin her sabah neden tek başına doğduğunu, tanrının kendisini ölçüsüz alkış ve övgülere boğan o cehalet karşısında yalnızlığını her geçen gün daha da kavrayıp kavramadığını ve tüm bunlara rağmen aşkın nasıl olup da bu örgütlü karmaşa karşısında yaşayabildiğini merak etti durdu...

 

     -Sonunda yönsüzlüğü keşfetti. Bu öyle garip ama gerçek bir çizgiydi ki, ne doğrusal hareketin kesiş noktasındaki o belki de son umudun ışıltısını karartıyordu, ne de siyahın yazgısında bir gün beyaz olabilmenin anlamsız düşü yatıyordu... Her su damlacığı, yeni ve kendine özgü küçük denizcikler oluştura oluştura okyanusa meydan okudu. Kırılgan bir haritaydı keşfedilen yeni kaos. Bir anda, her delikten, ellerindeki siyah bayrakları gökyüzüne sallayarak yeni yapay cesaretler   yaratan siyah giyimli insanlar belirdi. Yönsüzlük, aşkı unutturmuştu bile...

 

     -Aşk, kimi kez, duyguları Kızkulesi gibi mavinin ortasına terketmekti belki de...

 

     -Ama herkes zar tutmuştu, gördü: Kendi yarattığı kıblelere dönüp günahlarını sayıklayan geçmiş zaman müdavimleri de, bir kimsesiz günün ortasında insanı çıldırtacak denli kurşuni renge bürünen gökyüzü de, makama uygun şarkı söyletmek için ağzı düdüklü zabitin sıraya soktuğu akıl hastaları da; hepsi zar tutmuştu kendilerini eskiye dönüştürecek o masalın gerçekleşmesi için...

 

     -Her şey, artık yitirilecek hiçbir şeyin kalmadığı o ana kadar sürdü. Kimisi `kader´ dedi buna, kendisi bile inanmayarak; kimisi de `tarihin değişmez yazgısı´... Ama o kristal kırıldığı an, bu şiddete alkış tutacak bir tek masalcı nine bile kalmadı.

 

     -Yıllar sonra, bu düşün ağıtını yazmaya kalktı o çocuk. Ama öyle soyut, anlamı zorlayan ve sözcüklerin dansından bitkin bir ipucuydu ki yaşam, yazılabilecek ve söylenebilecek her şey adeta şeytan uçurtmasının kuyruğuna takılıp uzaklaşmıştı. İzini sürdü yine de. Dağlar aştı, ovalar, yıkık kentler ve denizler. Sonunda peşine takıldığı ağıtın da aslında bir düş olduğunu kavradı. Bunu keşfettiğinde, asıl söylemek istedikleri saklı kalmak kaydıyla, başladığı o yeni masalı tamamlamaktan vazgeçti. Günler boyu peşinde dolanıp durduğu sözcükleri, deyimleri, şarkıları ve şiirleri bir yana bıraktı, aşkla yetinmeyi seçti...

 

     -Derler ki, artık O da bir Kızkulesi´dir denizin ortasında...

 

 

 

Pencere dergisi, Mart 1996, Sayı: 8 

Cihan Oğuz, 2005-2017

Cihan Oğuz Facebook  Cihan Oğuz Twitter  Cihan Oğuz Instagram

Web Sitesi Tasarımı ve Yönetim Paneli