OTORİTE VE HAYAL

 

 

I.

 

     Hayatın şu anda önümüzde duran hayat olmadığı zamanlar, galiba düşlere de yer vardı. Zaten düşsüz bir hayat, hayalsiz bir dünya, ütopyasız bir gelecek, olsa olsa sonuçta bir noktada tıkanıp kalmaya mahkum. O noktanın ilerisi, insanın kendisiyle mücadelesine denk düşen bir süreci içeriyor: Kişilik savaşımı, self servis olarak böyle nüksediyor o dönemde.

     Öyleyse, tıkanıp kaldığımız nokta ile hayallere açılan pencere birbirine hem çok yakın, hem de bir asır uzakta. Zaten kişilik mücadelesi değil midir insanı boyutsuz zaman dilimleri ile raks etmeye zorlayan?

     Ama bu süreçte bir engel var ki, evlere şenlik! Bizim dışımızda gibi görünen, ancak benliğimize kadar nüfuz etmiş bir engel. Toplumsal normlarla, kurallarla ve baskılarla biçimlenen, ama en çok da kendimize kelepçeli: Otorite...

     İnsanlık aleminin ta başlangıçtan bu yana o engele çarpması bir yana, yaşamı biçimlendiren her olguda, dönülen her sokak başında, ele her kalem alınışında, film sırasındaki altyazılarda, hatta bir tiyatro oyunundaki final bölümünde dahi o tiz çığlık kendisini iyiden iyiye hissettiriyor.

     Belki de her şey önce anne karnında başlıyor, doğum sırasındaki doktor tavrında şekilleniyor, doğumu bekleyen babanın sesinin titreyişinde final gonguna çarpıyor! Hepsinde geçerli olan tek bir gerçek var: Korku...

     Korku, aynı zamanda hayale açılan bir gizli dehliz. Yaşamın sultası karşısında kaçılan gül kokulu bahçe. Kırbaç darbelerine şiirli yanıt. Aşka dönük en saydam tutum.

     Ömrünün neredeyse tamamını bir kişilik mücadelesi şeklinde geçirenlere bakıp da hayıflanmak yerine, adı batasıca bir çağın zorladığı zincirleme kuralları reddetmeyi seçebilsek, sadece hayallerimizin zenginliğini keşfetmekle kalmayacağız, ona engel olan koşulları geride bırakmanın yolunu-yöntemini de bulacağız belki de.

     Otoriteyi bir kuruma, bir ülkeye, bir anlayışa, bir ideolojiye ya da bir hükümranlık sürecine dolaylı ya da doğrudan bağlamak yerine, bu olgunun nüfuz ettiği kılcal damarların aslında canlı- cansız bütün benliklere yayıldığını farkedebilsek, sorunun boyutlarını da görebileceğiz.

     Bir anlayışı, bir düşünceyi ve bir inancı kendisi dışındakilere de empoze etmenin nasıl bir haklı gerekçesi olabilir, bilinmez. Ama görünen o ki, kendimizi bir başkasında benzer yanlarımızla farketmek hoşumuza gidiyor. Bu anlayış, bir devlet için de geçerli, bir ideoloji için de. Çoğaldıkça batma tehlikesinin artacağı akla gelmiyor da, geminin hangi rotaya kilitleneceği ve uzun yıllar nasıl gideceği haritaya garkediliyor!

     Bu oldukça somut gerçek lağımında hayal dünyasının yeri ne peki? Olsa olsa, gerçeğin kuyruğunda ara-sıra alınan derin bir soluk işlevi görmek galiba. Hastayı yerinden kaldırmayacak, ama aynı zamanda öldürmeyecek dozajda bir soluk...

     Hayal dünyasının kendi sahip olduğu görünmeyen evrende, zannediyor musunuz ki otoritenin başka bir boyutu bulunmuyor? Ne ki, somut hayatın baskıcı çehresinin yanında, henüz görünmeyen bir dünyanın sanal otoritesi devede kulak kalıyor! Ama bir gün hayallerin de otoritesi keyfedildiğinde, hayal-ötesi yeni bir evrenin özlemini duyacağız galiba.

 

 

 

II.

 

     Otorite ile hayal dünyasının çatışma noktasında ortaya çıkan, daha doğrusu başından beri ortada dolanan gerçek ile düş karışımı bir olgu var ki, onsuz bir çıkarsama her şeye karşın eksik kalacak gibi: Aşk.

     Otoriteye başkaldırdığı sanılan, hayal dünyasına açıldığı öngörülen zavallı pencere. Kırık, dökük ve puslu. Ama herkes buğu niyetine görüyor bu karmaşayı. Aşk: Otoritenin acımasız varlığına duyguların karmaşık hengamesiyle karşı çıkan çocuk ruhlu şey! Aslında o da biliyor somut hayatın görünür ya da görünmez otoritesinin kendi duvarına çarpıp erirken ortaya başka ve yeni bir otoriter anlayışın çıkacağını! Sonuçta değişen ne? Somut hayatın sillesi mi, hayal dünyasının köteği mi? Aşk: Kırk katır yerine kırk satır...

     Bu belirlemedeki humor, gelip geçici bir akıl yürütme serüveni gibi gelmesin kimseye sakın. Elbette hayallerin otoritesi ile otoritenin sillesi birbirinden farklı bir şiddet anlayışı ve farklı bir etik yönseme içeriyor. Ama sonuçta ortaya çıkan temel izlek, ne kadar arınırsak arınalım, hayatımıza ve düşlerimize nakşolmuş durumdaki o gizil canavardan kolay kolay  kurtulamayacağımız gerçeği.

     Aşkın kendi otoritesi, görünürde, belki en başta bilerek kabullendiğimiz ve tüm otoriter düzeneklere yeğ tuttuğumuz bir sürece işaret ediyor. Hayallerimiz de bu sürecin ömrünü uzatmaya yüz verince, ister-istemez bile bile lades oluyoruz! Aşka yenilmek, faşist bir düzeneğe yenilmekten daha onurlu geliyor herkese.

     Bu süreç nasıl aşılır? Ya da aşılır mı?

     Hayatımızdaki görünür ya da görünmez otoriteler; bizden bir gömlek üstün durumdaki liderler, omuzlarında bir rütbelik fazlalık bulunanlar, cüzdanları yirmi milim daha kalın olanlar, eve ya da işe daha erken gelenler, sınıfta ilk parmak kaldıranlar, ilk kaldıranlar... Bunlar hep gizli, gizemli ve gizil bir otoritenin şifresiz kilitleri. Zor alan bunlara meyletmek ya da peşine takılmak değil, onlarla birlikte yaşamanın yüzsüzlüğüne alışabilmek!

     Ne mi yapacağız?

     Soruyu tersinden yanıtlayalım: Önce ne yapılmayacağını keşfetmek durumundayız. Aşkı hayallerimizin dünyasında geniş bir ayak izi bulunduğu için reddedemeyeceğimize göre, geriye tahammül kalıyor! Nereye kadar, niçin? İnanın ki insanlık bu soruların yanıtlarını henüz bulamadı. Eğer hayatında mutluluk olduğunu sananlar varsa, bu, olsa olsa kendilerindeki erk’in bir şekilde hayatı kontrol altında bulundurmasından dolayıdır! Çünkü somut hayatın ivmesi ile hayallerin yönü hiçbir koşulda buluşamadı bugüne kadar, bundan sonra da biraz zor buluşur. Öyleyse bu süreçte es geçilen ne? Elbette başkasının hayatı, başkalarının hayalleri...

     Belki de her mutluluk, bir başkasının hayal dünyasından çalınmış bir yıldız parçasıdır. Buna razı olabilenler, mutlu olmayı sürdürsünler. Razı olamayanların kaderi ise zaten belli.

     Sonuçta, geldiğimiz nokta ilk baştakinden farklı değil: Otorite, vücudumuzu, aklımızı, hayallerimizi ve yüreğimizi yiyip bitiren bir kanser hücresi gibi. Ona yakalandığımız için suçlu sayılabilir miyiz, pek belli değil. Ama süreç bir başlamaya görsün: Hayaller de, gerçekler de, aşklar da, dostluklar da, arkadaşlıklar da aşınmaya başlar! Herkes birbirini suçlarken, otoritenin sırıtkan çehresini ancak perdenin daha arkasını görebilenler farkedebilir.

 

 

III.

 

     Kimbilir, belki de onlar görmezden geldiği için hayallerimiz bunca kırık-dökük...   

    

 

 

İskenderiye Yazıları, Kasım-Aralık 1999, Sayı: 23

 

 

Cihan Oğuz, 2005-2017

Cihan Oğuz Facebook  Cihan Oğuz Twitter  Cihan Oğuz Instagram

Web Sitesi Tasarımı ve Yönetim Paneli