EDEBİYAT VE VİCDAN

 

 

     “Edebiyat” ve “vicdan” sözcükleri, özellikle yan yana geldiklerinde, sıradan birer sözcük olmanın ötesinde, ayrı ayrı ve birlikte önem taşıyan iki kavram haline dönüşüyor.  Son dönemde o çok duyduğumuz “2000’li yıllara girerken...” tafrası söz konusu olduğunda belki unutmaya yüz tuttuğunu sıkça düşündüğümüz “vicdan” kavramı, edebiyatın kendi özgül dünyası gözönüne alındığında, hiç de bu dünyadan uzak bir vurgu olmadığını hissettiriyor!            

     Peki biz, yani edebiyatın şu ya da bu derece uzağında veya yakınında bekleyenler, pinekleyenler ve didinenler; “vicdan” kavramının -yazınsal ağırlığının yanı sıra bundan daha da büyük önem taşıyan- dünyasal ağırlığını keşfetmiş durumda mıyız? Bizi kuşatan dış dünyanın olur-olmaz verilerine tutsak kıldığımız satırların, dizelerin, hatta duyguların, edebiyatı neredeyse boğan o canavarca “ilkesizlik” anlayışına teslim olduğunu görüyor muyuz?

     Buraya kadar belirtilenler, somut örneklerle desteklenmediği için -eminim- hiçkimse tarafından üzerine alınmaya değmeyen “süslü” birer vurgu özelliği taşıyordur! Oysa bundan 10 yıl sonra geriye dönüp baktığımızda pişman olmayacağımız ya da es geçtiğimiz için vicdanımızın sızlamayacağı bir tutum sergilemek zorundayız.

     Edebiyatın vicdana ne kadar gereksinimi var ya da vicdanın edepli hali ne gibi kazanım sağlar? Bunlar biraz da değer felsefesinin sorunları. Ama bir edebiyatçıyı, şairi, romancıyı, öykü yazarını, denemeciyi, hele hele eleştirmeni, yaratı söz konusu olduğunda, kendi kişiliğine ya da savunduğu ideolojiye karşı sınayan en önemli veri, olsa olsa vicdandır!

     Kim ne söylerse söylesin, neyi savunursa savunsun; özellikle son yıllarda vicdanı ile yazdıkları arasında belirli bir boşluğun kalmadığını belirtenin aklına şaşarım! Türkiye gibi azgelişmişliğin zengin vitrinlerle giderilmeye çalışıldığı bir coğrafyada, bundan nasibini almadığını iddia eden edebiyatçılara güler geçerim!

     Hem ülkede yaşanan karmaşanın, vahşetin, akıl almaz ikiyüzlülüğün işine gelen yanını istediğin gibi değerlendireceksin, hem de bu toz bulutu karşısında hiçbir vicdani sorumluluğu üstlenmeyerek kendi belirlediğin vicdan ölçüleri içinde tarihe kalma iddiasını taşıyacaksın! Başka?

     Edebiyat, başkalarının da düşlerine ya da gerçeğine seslenebilecek bir olgunluk ister. Dante’nin, Dostoyevski’nin, Tolstoy’un, Standhal’ın, hatta Puşkin’in  ölümsüzlüğü buradadır. Vicdan, klasik anlamıyla sadece bir “otokontrol” anahtarı gibi görünebilir; ama onu asıl önemli kılan, hayata karşı eylem konusunda tanımsız bir süzgeç özelliği taşımasıdır! Bu öyle bir süzgeçtir ki, bazen savunulan ideolojinin atlanan noktaları dahi somut dünya karşısında yeniden kurulur, kurgulanır. Belki de hayatın o akıl-sır ermez akıcılığı ve her şeyin korkunç bir uyum içinde çelişkilerle birlikte büyümesindeki gizem buradadır. Vicdan, aynı zamanda “hakkaniyet” de içerdiği için edebi bir boyuta taşınır ya da ideolojiyi kendi bünyesinde zorlar.

     Yeniden dönecek olursak: Sanıyorum, hatta artık eminim, Türk edebiyatçısı her keşfettiği acı gerçek karşısında bedel ödemektense, bu gerçeği kıyısından-köşesinden biraz biraz zorlayabilecek kadar naif metinlerle yetinmeyi marifet sayıyor! Bunun en ötesindeki edebiyatçı ise olsa olsa kendi dünyasının verilerini bütün olan-bitenden soyutlayarak yeni bir yanlış dünya sunuyor bize!

     Sözünün arkasında duran ya da eylem namusu taşıyan edebiyatçı sayısı çok az, belki de yok! Kimisi “şair” kimliğini öne çıkararak hayatın hiç de şiirsel olmayan yanına kan damlatılmasını hoşgörüyor, kimisi de hiç kan damlamayan güllük-gülistanlık bir coğrafyada yaşadığını sanıyor! Bir edebiyatçının en önemli donanımı sayılabilecek vicdan, bütün bu olup-biten karşısında iflas ederken, geriye kendi kendimize oluşturduğumuz yapay, soğuk, cesetten ibaret bir edebi hayat kalıveriyor...

     Kuşkusuz, ben de bu yazıyı yazarken kendime belirli bir sınır getiriyor, daha fazlasını söylememek için kendimi zor tutuyor, hatta belirttiklerim nedeniyle yine bol bol eleştiri alacağımı biliyorum! Ama en önemli avantajım, belki de bütün edebiyatçılarımızın özlediği gibi, bu kez somut olaylar ve adlar üzerinde durmayışım! Böylece, yazının başından beri savrulan oklar kimseye isabet etmeyecek, 60 milyonluk ülkenin müreffeh evlatları da yine bildikleri teranenin peşinden gidecekler! Öyle mi?

     İnanın, yazının başından bu yana söylediklerim, haydi bu kez açık açık isim de vereyim, çok sevdiğim romancı Orhan Pamuk’tan yine çok sevdiğim şair Murathan Mungan’a, Suna Aras’tan Nevzat Çelik’e; yeni ve eski, deneyimli ya da acemi bütün eleştirmenlerimize, bütün şairlerimize, romancılarımıza ve öykücülerimize, denemecilerimize, yani aklınıza kim gelirse ona; hatta kendime, yani Cihan Oğuz’a da çarpsın istiyorum!

     Edebiyat ile vicdan arasında sürüp giden o tanımsız korelasyonda, yıllardır bu karmaşık şifrenin nasıl çözüleceği konusunda tavır belirlemeye çalışırken, elbette herkes gibi benim de etkisiz kaldığım, eksik belirttiğim, atladığım şeyler oldu. Bunu itiraf etmenin kişiliğime de, ideolojime de herhangi bir zarar getireceğine kani değilim; ama kendi özgül dünyalarında vicdan sorununu alaşağı ederek yaşayan ve edebiyatı kişiliklerinin mezesi haline getirmekten sıkılmayanların varlığı karşısında, bu kabahatimin masum görüleceğine inanıyorum.

     Bu yazı, bir mahkeme kürsüsü gibi görülmesin, ama gelip geçici bir panel masası gibi de algılanmasın! Yıllardır yalayıp yuttuğumuz bütün o insani değerleri, kırıp attığımız incelikleri, bizim dışımızdaki güçlerin kafamıza dank ettirmeye çalıştığı resmi-sivil deklarasyonları, beynimizdeki bulanıklığın berraklaşması yerine daha da grileşmesine yol açan o dünyasal değerlendirmeleri yeniden gözden geçirebilecek cesaretimiz var mı? Yoksa, hala vicdanımızın asıl bağımlı olduğu ve kim tarafından düzenlendiği belirsiz hiyararşik yapılanmalarla mı ilgiliyiz?

     Evet, vicdanlı olmanın önkoşulu galiba bağımsız bir kişilik yapısı taşımak. Bu tanımlama, klasik küçükburjuva söylemlerin ötesinde bir bağımsızlık içeriyor kuşkusuz; ama ondan da önemlisi, hayata karşı entelektüel müdahalenin gereklerini içeriyor! Bir edebiyatçının topu-tüfeği, kendisini savunabilecek renkli ekranları ve kanalları ya da her gün basıp dağıtabileceği bir gazetesi yok! Ama vicdanı, bunların hepsinin ötesinde bir güç. Tarihe kalmaya pek meraklı bir edebiyatçı kuşağıyız ya, gelecek kuşakların yapıp ettiklerimize bakarak bizi vicdani olarak yargılayabileceklerini hiç düşünmüyoruz! Acaba, bizden sonrasının tufanolacağına ilişkin inancımız için mi bu rehavet, yoksa gerçekten olup-bitene hakim olamayacak kadar fildişi kulelerde mi konaklıyoruz? Daha da vahimi: Bize dokunmayan yılanın yemini mi hazırlamakla meşgulüz?...     

     Bu yazı, elinden çıktığı kişinin vicdanındaki küçük küçük yaraların sarılabilmesi için kaleme alınmadı yalnızca: Varsayın ki, son 15 yıllık döneme ilişkin bir ayna tutuluyor yüzünüze. Ne olur bakmaktan kaçınmayın! Belki ondaki sır, geleceğimize ilişkin ipuçlarını da barındırıyordur. Bir kez olsun bakmayı deneyin  -ya da artık kırın!

 

 

Ütopiya dergisi, Kış’99, Sayı: 6

Cihan Oğuz, 2005-2017

Cihan Oğuz Facebook  Cihan Oğuz Twitter  Cihan Oğuz Instagram

Web Sitesi Tasarımı ve Yönetim Paneli