name="ctl00" method="post" action="Default.aspx?SayfaId=201" id="ctl00">AnasayfaHakkındaKitaplarıRöportajlar
name="ctl00" method="post" action="Default.aspx?SayfaId=201" id="ctl00">
name="ctl00" method="post" action="Default.aspx?SayfaId=201" id="ctl00">

ŞİİR VE AŞK

 

 

-usandığımız ve vazgeçemediğimiz iki tutkunun geleceğine ilişkin bir önyargı denemesi-

 

 

 

     Günümüzde şiire olan ilginin azaldığı, hemen herkes şiir yazdığı halde kimsenin başka şairleri okumadığı, okusa dahi bundan bir 'pay çıkarmadığı' öteden beri savunulan bir iddia. Bunun yanında, aşkın 'gerçek anlamını yitirdiği', yozlaştığı, dünyasal karakter kazandığı ve eski aşıklara pek rastlanmadığı da hemen herkesin -nedense- üzerinde anlaştığı bir 'gerçeklik'...

 

     Bu doğrultuda, kuramsal açıdan da tanımlanması için örnek vermek gerekirse, şiir ile aşkın birbirini tamamladığı, aynı kaderi paylaştığı, birinin yek diğerinden ayrılamayacağı, şiirsiz ve aşksız bir dünyanın 'kupkuru' olduğu da bu önkabullerin 'sonuç bildirgesi'...

 

     Doğrusu, şiirin 2000'li yıllara hangi koşullarda gireceği ve yeni yüzyılda -eğer zorunluysa!- ne gibi işlevler üstleneceği, bireylerin şiirde ne bulacağı ya da yitireceği konusunda daha bugünden yargılarda bulunmak -erken değilse bile- biraz 'safça' bir tutum gibi geliyor bana. Türk şiirinin bugün ulaştığı düzey, kimlerin hangi gerekçeyle aksini iddia ettiklerini anlamak pek mümkün değil, cidden 'sevindirici'; ama gelgelelim, geleceğe ilişkin görüntüsü biraz 'flu'...

 

     Niçin mi flu? Bir kez, şiirin ulaştığı düzey ile toplumun zihinsel gelişimi birbiriyle ters orantılı: Şiirin gücü arttıkça, onun potansiyel okurunun zihinsel gelişimi 'çöküş' içine giriyor! Birinin başı suyun üzerindeyken, öteki girdaba kapılıp kayboluyor neredeyse... Özellikle genç kuşak, şiirdeki metafor, imge, zeka oyunları gibi yaşamın gizil yönlerini sözcüklerle aktarma teknikleri yerine, yüzeysel anlatımların ya da düzyazının basit biçimlerinin yer aldığı yapıtları yeğliyor!

 

     Elbette herkesten 'yaşamın anahtarı' niteliğindeki şiirin şifresini çözmesini beklemek haksızlık olur; ama şiir belki de bu çağın en 'yolunda giden' ayak izi olduğu için -en azından yaşamı anlamak bakımından- biraz yoğun 'okur çabası' gerektirmiyor mu?

 

     Tabii, 'yaşamı anlamak' yerine 'yaşamı yaşamak' gibi bir seçeneğin egemen olduğu zihinsel yapı, hele bir de olanaklar sürüsü kuşatmışsa, birey için öncelikli yerini alıyor. Alsın bakalım...

 

     Aşk üzerine aslında pek bir söz söylemek yersiz: Şiirin kuşatılmışlığını anlattıkça, aşk da iyi-kötü bundan payını almakta. Şiirdeki ulaşılmazlık ile aşktaki benzer duygunun yanyana yürümesi, ya da yürüyememesi, her şeyi açıklıyor zaten! Bu iki olgu arasındaki benzerlik-çelişki sıralamasını tanımlamaya çalışmak benim haddim değil. Şiire ya da aşka mesafeli durduğumdan mı? Hayır. Ama aşk üzerine söylenecek her söz, geri dönülemez bir iddiayı da kutsal bir muska gibi kalbin üzerine taşıyor. Belki genel anlamda -ve de 'sakıncasız'- birkaç özelliği dile getirmek mümkün: Aşksız bir şiir ve şiirsiz bir aşk olanaksız... Bir an insan yaşamından aşkın çekilip alındığını düşünün: Geriye iki kolu kopuk, dilsiz, kör ve yürümesini beceremeyen bir hilkat garibesi kalacaktır.

 

     İnsanoğlu aşkı aşamadığı sürece bu ikilem hep peşi sıra gelecektir, emin olunuz. Aşabilecek midir, bilinmez. Şiirdeki ulaşılmazlık duygusu ile aşktaki tutku boyutunun kişiyi altüst eden refleksi, sıradan bir 'aşkın hal' değildir: Bu iki duygunun, tutkunun, hatta ikilemin temelinde, insanın doğaya karşı zavallılığı yatar. Bu öyle acınılacak bir zavallılık durumu değildir; 'çaresizlik' ile 'eli-kolubağlanmışlık' duygusudur daha çok. Yaşamın belirsizliğine kurban verilecek bir tutkudur aşk: Bazen hemen önünüzdedir, ulaşamazsınız. Düşlerinizi adeta bir müzik cümbüşüne dönüştüren o büyülü refleks, donakalır. Sesinizi bile çıkarmaya ürkersiniz: Aşk, dünyanın en büyük korkusudur.

 

     Aşkı tanımlamaya çabalamanız da sonuçsuzluktan başka sonuç vermez: Tanımlayıp biçimlendirmek, o büyüyü bir daha yaşatacak mı sanıyorsunuz? Öyle bir kıskaç duygusudur ki bu, anlatamazsınız: Her gün çiçek götürmek istersiniz karşınızdakine, her gün şarkı söylemek, birlikte saatlerce yürümek, hatta koşmak... Gerçekleşmez. En beklenmedik anda her şey dağılıp gider. Ama siz korkunç bir cehennemi yaşayıp öğrenecek kadar büyümüşsünüzdür bu yolda: Bir sonraki aşkı yaşayana kadar -eğer kolayca mümkünse böyle bir şey- hangi hataları bir daha yapmamanız gerektiğini kavramışsınızdır.

 

     Aslında bu hataları sevecek kadar uslanmaz bir çocuksunuzdur: Aşkı özler, bekler ve yorulursunuz. Karşınızdaki bu duygunuzun derecesini tartmaz, belanın niçin kendisine isabet ettiğini sorup durur!

 

     Aşk, tıpkı şiir gibi, en güzel bencilliktir: Geceleri düşünüzde görmek ümidiyle habire gökkuşağı taşıyıp durursunuz yağmur altında. Islanmak, ellerinizin durmadan kanaması ya da kursağınızda kalan yaşantı ürkütmez sizi. Her türlü güzelliği ve onuru kişiliğinde atomize ettiğiniz sevgiliniz, ya da doğrusunu söyleyelim, karşılıksız sevgiliniz, bütün bu olup-bitenden habersiz, kendi yalnızlığını yaşamakta, başka duygulara yelken açmaktadır aslında. Yaşamın bu ikilemi aşılabilir mi, bilinmez. Hiç ummayacağınız kadar kıskançlık duygusu içinde olmanız, yanınızda O bulunmadığı zamanlarda huzursuz şekilde kendi kendinizi yiyip bitirmeniz, yanınızdayken de hiçbir zaman aşamayacağınız çitlere takılıp kalmanız, suskunluğu şaşılacak derecede özlemeniz, aşkı ölüme en yakın duygu olarak hissetmeniz, aşılamayacak bir tutkudur...

 

     Sonra, aşkın 'gerçek anlamı' nedir? Aşkı tanımlamak kadar yaşamak da önemli olduğuna göre, elbette herkesin bulacağı anlam da kendine göre biçim alacaktır! Gerçek sözcüğü aşkın tanımlanması için yeterli değilse, o düşsel kuyuya yuvarlanmanın faturasını neden somut hayata çıkarıyoruz? Gerçek aşk, herkesin kendi düşleri kadar sahicidir. Bu duyguyu çıldırasıya yaşamak utanılacak denli bir zaafı içermiyorsa, ki öyle olduğuna inanıyorum, 'gerçek aşk'ın boyutu nereye uzar, nerede kısalır?  

 

     Gerçek aşkın 'karşılıksız aşk' olduğu görüşünde birleşenlerin çoğunlukta olması, belki bir fikir verebilir; ama ondan daha önemlisi, bu karşılıksızlık duygusunun ulaştığı yön. Konuyu konformist yanıyla ele alırsanız, karşılıksız aşk sürecinde, duygularının çerçevesini çizip her türlü gidişatı kendi içinde tamamlamış biri ile -bir bakıma- ulaşılması zor bir 'av'ın amansız mücadelesi söz konusudur! Vicdanınıza sığınıp düşünürseniz, buradaki asıl kurban kimdir, çözümlemek zor! Yine konformist açıdan düşünürseniz, 'av'ın niçin 'avcı'ya bağlanması gerektiği de yoruma açık bir başka boyut! İşte tam da bu noktada amansız bir süreç başlar: Şiirin, yaşamın içindeki gizil efsaneyi dizelerine yöneltmek için gösterdiği tanımsız çaba gibidir karşılıksız aşkı sürdürmek... Geceler gündüzlere, sabahlar yanlışlara kavuşur, siz kendi doğrunuzu kendiniz keşfetmiş halde yaşarsınız! Nedir o doğru? Belki de hiçbir şey! Ulaştığınız anda muhtemelen kırılıp ufalanacak bir safiri gözlersiniz aylarca, hatta yıllarca; ama hiçlik gelir ardından. Belki gerçekten kırılıp ufalanmayacak, size dünyalar bağışlayacak denli olağanüstü bir ışıltıdır o safir: Ama batıktaki yerini keşfettiğiniz halde hiç ulaşamayacağınız için bunu da deneyemezsiniz!

 

     Aşk, koyusuna daldığınız bir mavide, biraz ileride duran bir defineyi unutma yeteneğidir belki de, unutabilirseniz.

 

     Eğer aşk'a aşık biriyseniz, tıpkı şiir yazmış olmak için şiir karalayanlar gibi, bir süre sonra yeni bir defineyi aramak için yola koyulursunuz, eskisinden epeyce yara almış olarak! Ama tutkunuz delicesine bir boyuttaysa, yaşamınızda köklü ve derin bir yara durmadan kanar durur yıllarca. Öylesine unutulmazdır ki, birkaç kuşak geçer, siz hala en küçük bir yaşam kıpırtısında eski anıları özlersiniz. Yaşamınızın belki de en büyük fırsatı kaçmış, yıllarınız heba olmuş, karşınızdakine duygularınızın boyutunu kanıtlama olanağından yoksun kalmışsınızdır.

 

     Hem sonra, neden vazgeçilmez olsun ki sizin duygularınızın boyutu! Alt tarafı,  her ölümlü varlık gibi, doğdunuz, büyüdünüz, sevdiniz ve unuttunuz... Hüzünlü tablo tamamlanmıştır artık!                    

 

     Şiire gelince... İnanın, sıraladığım tüm bu özellikler şiir için de geçerlidir. 2000'li yıllara girerken, şiir, bir yandan gelenekselliğin teknik boyutunu kat be kat aşıyor, bir yandan da kendi yarattığı yabancılığı fütursuzca yaşıyor! Aynı kuşaklar yaşadıkları dönemin şiir dilini anlamakta güçlük çekiyorlar: Bu, şiirin gelişimi açısından olumlu, ama yaygınlığı açısından handikap oluşturan bir durum. Eğer yeni yüzyılda da şiir kitleselleşmek yerine yalnızlığı seçerse, doğal olarak bu yalnızlığın nedenlerini ve boyutunu tartışmak yerinde olacaktır. Ben, kişisel olarak, 10 bin kişinin pek anlamadan okuması ve alkışlaması yerine, yüz kişinin seçici davranıp şiirimi benimsemesini ve irdeleleyip eleştirmesini yeğlerim.

 

     Şiirin önümüzdeki yüzyılda da 'özel bir alan' oluşturup oluşturmayacağını kestiremiyorum; ama tamamen yitmesi için aşkın da varlığına son vermesi gerek. Böyle bir dünyayı düşünemiyorum bile!  

 

     Yaşamın biz insanlara bağışladığı ya da bizden götürdüğü  her şeyde hüzünlü ve estetik bir yön var: Aşkın yitirilmesinde de, sözcüklerin dağılmasında da bunun yansısı oldukça belirgin. Dünyaya kirli şekilde gelmediğimiz ortada; ama çamurda yürüdükçe paçalarımızın bundan payını almaması olanaksız. O halde, yaşamın insanlara kazandırdığı -ya da insanlardan çalıp götürdüğü- o iki kutsal varlığı, yani şiiri ve aşkı niçin yalnız bırakalım? Belki yanlış şeyler yazıp, yanlış ilişkiler yaşayacağız; çağlar boyunca kim yaşamadı ki! Evet, şiirdeki ve aşktaki 'saflık', yani pür-u pak'lık duygusu zedelendikçe, içimizden birşeyler kopuyor. Ulaşılmazlık, sinsi bir yılan gibi dolanıyor aşkın gölgesinde ve buna rağmen bırakamıyoruz.

 

     Yoksa, şiir ve aşk, gerçekten mazoşist yanımız mı bizim? Hedef olduğumuz halde kımıltısızca bekliyor, kalbimize saplanacak merminin düşüyle mü avunuyoruz? Kendimize 'kutsal ölüm' yakıştırmak, son arzumuz mu? Değilse, niçin en baştan tercihimizi böyle yapıyoruz?

 

     Sevmek, çılgınca bir aşkı düşlemek, sonsuza dek okunacak bir şiirin dizelerini keşfetmek, yoksa tanrıya bir düello çağrısı mı?

 

     Deneyimlerimizle anlaşıldığı üzere, kuşatılmışlık duygusunu doğuştan bu yana yaşadığımız şu evrende, şiirsiz ve aşksız bir serüven hepimizi yönsüzlüğe iteceğine göre, şiir ve aşk yolunda yitireceğimiz ne olabilir ki?

 

     Yoksa, bu düello hep sürecek mi?...

 

 

 

Bursa Edebiyat Günleri, Mart 1998

 

 

 

name="ctl00" method="post" action="Default.aspx?SayfaId=201" id="ctl00">

Cihan Oğuz, 2005-2017

Cihan Oğuz Facebook  Cihan Oğuz Twitter  Cihan Oğuz Instagram

Web Sitesi Tasarımı ve Yönetim Paneli