AŞKLA YÜZLEŞMEK

 

 

     Bir boşluğun gerçek nedeni ve etkileri konusunda ayrıntılı, didikleyici ya da çözümleyici bir inceleme yapılması zorunluysa, hayatın buna ilişkin somut verilerini değerlendirmek de aynı ölçüde dikkat ister. Üstelik o “boşluk”, adı en çok da “aşk” ile anılan bir değer yargısı ise sorunun ulaşacağı boyut da, buna paralel olarak ve kaçınılmaz şekilde, olsa olsa kördüğümdür.

     Aslında insanoğlu, aşkın, hayatı çözülmez bir sarmaşık gibi sarpasarmış bu özelliği karşısında zaaflarını birazcık olsun dizginleyebilse, birazcık bireysel yaşamından feragat edip dinlenebilse, belki de uzun bir yolculuğun huzurunu yakalayabilme fırsatı bulacak! En azından, o yolculuktaki bir düzine anahtardan birini kilidine uydurabilecek!

     Aşk, kısaca ve herkesin de tanımlayabileceği gibi, “İnsana ilişkin en soylu duygulardanbiri”. İnsan-soyluluk-duygu: Bu üç temel  izlek, aslında hayata bakışımızdaki ipucunu da ele veriyor sanki. Bir kez, “soyluluk”, eskilerin deyimiyle “asalet”, aşk için olmazsa olmaz bir atıf. Eh, “duygu” da zaten işin özünde olduğuna göre, bu iki kavramı yaşatacak tek nesne olan “insan” da üçgenin öteki kenarını tamamlıyor!

     Yaşanan her duyguya özellikle bu atıfta bulunmanın keyfi, olayın uzamasını sağlayan temel etken. Büyülü bir atmosferin öyle her yönüyle çözülünebilir içerik taşıması da zaten aşkın felsefesine aykırı! Aşktaki gizem, daha doğrusu büyülü ve şifreli anlam, en çok da gelecek için olası karmaşalara ortam hazırladığına göre, bu girdaptan kurtulmamak için sarfedilen çabanın anlamı nedir? Yanıtı kolay: Aşk, en tehlikesiz uyuşturucudur!

     Doğrusu, aşkı sadece bu haliyle irdelemek, oldukça kaotik ve sıradan bir anlama yolaçıyor. Her şeyin altüst olduğu, tüm değerlerin eski anlamını yitirdiği, meta fetişizminin bizzat kavramın yaratıcısını dahi -yaşasaydı- şaşkına düşürebilecek kadar yaygınlaştığı bir dünyada, aşkın savrula savrula da olsa varlığını koruması, hiçbir gerekçenin ya da tanımlamanın doğruyu anlatmaya yetmeyeceği  bir gerçekliktir.

     O halde, aşkla yüzleşmenin gerekçesi nedir? Belki kimse farkında değil ama bu bir sosyolojik zorunluluktur. Aşkı var kılan tüm gerekçe ve nedenler, aynı zamanda onun geçmişi, bugünü ve geleceği için de yordanabilir birer ipucudur. Aşkın taşıdığı anlamsal katmanların başlangıç ve bitiş nedenlerinden tutun, bu duygunun bireyin asıl somut dünyasındaki öteki katmanlarla olan ilişkisine değin bir yığın veri, bu sosyolojik zorunluluğun birer kör adımıdır. Neden ‘kör adımı’dır? Çünkü, her ne kadar duygulara ilişkin yankılar taşısa da, sonuçta aşk somut dünyanın bir tezahürüdür. Zaten onu ‘tanrısal’, ‘büyülü’ ve ‘imkansız’ kılan gerekçe de budur. Aşk, herkesin mistik dünyasının yedeğine attığı, bıraktığı, savurduğu bir duygular atomudur; patlamasından korkulduğu kadar, aslında sonucuna ilişkin de korkunç bir merak uyandırır. Ne onsuz yapabiliriz, ama ne de onun içinde varolma savaşını sürdürebiliriz! Varoluş savaşı, eğer varsa böyle bir savaş, aşkın bizi sınava çektiği noktada anlam kazanır. Belki de bu yüzden insanların hayata ilişkin ‘gözü kara’ giriştiği eylemlerde aşk başrolde oynar! Film şeridi gibi eriyen hayatlar, en çok da meta fetişizminin giderek yok ettiği değerler dizgesinde, ancak aşkla bir sarmaşığa tutunur  -daha fazla uçuruma düşmemek için!

     Aslında bu aldatıcı bir görüntüdür: Biyolojik, toplumsal ve kültürel bir yaratık olan insan, keşfetmeyi sadece bir merak ve dürtüden öte değerlendirirken, hayatın da daha çok bir ‘oyun’ olarak tasarlanıp sunulmasından yanadır. En azından bilinçaltı çoğunlukla bunu iletir. Aşkın bu çizgideki işlevi de, ‘merak’, ‘dürtü’ ve ‘oyun’ üçgeninde yaşanacak hüsranlara iyi bir ad olmaktır! Oldukça karamsar bir bakış açısı mıdır bu, bilinmez.

     Gerçeği bir de tersinden izleyelim: Fiziksel bir zorunluluk olmadıkça -politikacılar hariç- kim aynı sandalyede, hiç kımıldamadan ve bir yere kalkmadan yıllarca oturabilir? Ya da aynı aynaya, üstelik kendi yüzünüze, başkaca hiçbir şey yapmadan günlerce bakabilir misiniz? Bu basit gibi görünen sorular, aslında aşkın tükenilirliğine işaret etmesi açısından önem taşıyor. ‘Ekstrem’ sorular olarak da nitelendirilebilir; ama sonuçta, bir halk türküsünde yakalanan keşifte olduğu gibi, “Sevda baştan gitmiyor/soyunup yatmayınca” gerçeğini de acımasızca pekiştiriyor!

     Öyleyse, aşkın sonu yalnızca o fiziksel finalde mi? Bence, hayır. Zaten aşkla yüzleşmenin bir anlamı da, cinsellik içeren bu gerçeğin ötesindeki izleri yakalayabilmek. Fiziksel final, “ulaşmanın getirdiği geçici rehavet” ile ilintilidir olsa olsa; halbuki asıl savaş bundan sonra başlar. Aşkta yeni boyutlar keşfedilir; başkalarıgerçeği dürtükler ve sinsice izler insanı. Kıskançlık duygusu kemirmeye, ölümüne sahiplenme dürtüsü artmaya, durmadan onu yanında-yakınında görme isteği sarsmaya başlar. Fiziksel final, yerini toplumsal-psikolojik normların mücadelesine bırakır. Bu mücadele, ne yazık ki, fiziksel final sırasında yitirilen değerler ile sonradan eklemlenen değerlerin tümünü birden ortadan kaldıracak asıl son’a ortam hazırlar. Önceden dünyaya ilişkin tüm değer yargılarının, güzelliklerin ve estetik tanımlamaların atomize olduğu o ulaşılmaz nesne, artık tükenmiştir! Ayrılık hazırlıkları tam gaz ve -ne acı ki- biraz sinsice yürütülür; bu kez yaşananların tersine, her küçük ayrıntıda bir ‘kapris’, her aykırı davranışta bir ‘olumsuzluk’ aranır. Geçmişe ilişkin yeni yeni itiraflar kendisini göstermeye başlar; bununla da yetinilmez, ‘Her şey bir hataydı’ bahanesi en önemli gerekçe halini alır!

     Bu noktada, aşkı gerçekten ciddiye alıp da hayatının en önemli kilometre taşlarından biri kabul eden biri olarak, bazı cesurane sözleri söylemeden geçemeyeceğim: Aşkla yüzleşirken, kişisel olarak, vicdanen rahat olmanın da verdiği güvenle, bazı ince ayrıntıların açıkça ortaya konulması gerektiği kanısındayım. Bu tartışma, kişisel düzlemden çok, aşkın sorgulanması ya da bizim aşk karşısında sorgulanmamız çerçevesine dayandığı için, sorunun boyutları da bu değerlendirme kapsamında yer alacaktır elbette. Öncelikle, yaşamımın bugüne kadar olan döneminde hiçbir zaman terkeden kişinin ben olmadığını, aşkta mağdur olmayı her zaman tercih ettiğimi belirtmek yerinde olacaktır. Bu, aslında, övünmek gibi olmasın ama, son derece sosyalizan bir duruştur. Eğitim sonucu öğrenilmeyen, ama mistik içerikli duygular ile somut dış dünya arasındaki korelasyonda, çözülmemiş bir bulmaca gibi sarsıcı ve anlaşılmaz olmak... Ödül ile ceza arasındaki tercihte, hep ikinciyi seçmek kurnazlığı. Bu kurnazlık, yaratıcılık açısından bugüne kadar hep olumlu şeyler kazandırdı bana, ama Gültekin Emre’nin dizesindeki gibi, “Ömrüm üç günlük, gitti ikisi”.

     O halde, yanlışlık neredeydi? Daha doğrusu, ortada bir yanlışlık var mıydı acaba? Devam eden şu süreçte ve yıllar sonra geriye dönüp baktığımda, anlıyorum ki, bu soruya hangi yanıtı kazandırsam, yanıtlanmamış kısımların yenilgisi içime oturacak. En iyisi burada susmak.          

     Aşkın bir duygular tımarhanesi olduğu kesin; ondaki cepheleşme, aykırılık, savunma gücü, hiçbir örgütsel yapıda olmadığı ölçüde güçlü bir içerik taşır. Zaten hazin olan da budur: Onca değer yüklenilen, bir tür kişilik aynası sayılabilecek, sahip olduğu tinsel öğelere hiçbir gücün yetişemediği aşk, nasıl olur da -bir noktadan sonra- yerini başka duygulara (daha doğrusu başkasının duygularına) bırakır? Bu soruya verilecek yanıt, aslında yüzyıllık trajedinin de dışavurumudur: Aşk, bence ve daha önce de belirttiğim gibi, “bin günlük bir süreç”tir! Bu devasa süreçte neyi, nasıl yaşarsanız, o kadar güzel ve anlamlıdır. Bin gün, yani 2 yıl 9 ay!

     Sonrası, aşkla asıl yüzleşmeyi sağlayan önemli bir kavşaktır: Bu sürecin sonunda hala kalbinizde bir sıcaklık duyuyorsanız, aşk başka duygularla da soylu şekilde kaynaştığı içindir, başka bir şeyden dolayı değil!

     Aşk, öyle anlaşılıyor ve deneyimler öyle gösteriyor ki, bunca yüzyıllık varlığına karşın hala insanoğluna borçlu kalmıştır. Onun uğrunda nice savaşımlar yaşanmış, nice genç ömürler heba olmuş, nice yaratıcılıklar ertelenmiş ve nice hayatlar tersyüz hale gelmiştir. Aşkın devrimci yönünü tanıtlayan en önemli bulgu da budur zaten. Hiçbir örgütsel güç, varlığını aşk kadar fütursuzca koruyamamış, yıprandıkça güçlenmemiştir. Bu paradoks, aşkın devrimci, tanrısal, duygusal, insani ve mistik yönüne işaret eder. Belki de, ölümsüz bir ilerici yapılanmada varolması gereken özellikler de bunlardır, kimbilir.

     Aşkla yüzleşirken, onun eksiklikleri kadar bizlerin fazlalıkları da gözönünde tutulmalıdır: Bir aşka veda edip de bir başka aşka tutunmaya çalışırken, bizi geçmişten koparan o makul gerekçe nedir ki, duyguların tazelenmesi gereksinimini çoğaltır? Bu hesaplaşma, acı sonuçlarıyla olduğu kadar, savunmaya yaslanan gerekçeleriyle de bir utanmazlık barındırır: Yeni bir geleceğe alışmak için geriye dönüp bakmamak, geçmişi silip atmak zorunludur! Bu, görünürde çok devrimci bir belirlemedir; ama kişisel bazda düşünüldüğünde, ortada açık bir oportünizmin varlığı dolaşıp durur! Açıkçası, eskisinden sıkılan, usanan, bıkan insanoğlu, yeni bir maceraya hazırlar kendisini. Sonunda yeni bir yenilgi, yeni bir bozgun, yeni bir felaket ve her zamanki gibi imkansızlık olduğunu bile bile atılır uçuruma. Tabulara sırt çevirenler ve duygulardaki yoğunluk haritasında hep çıkmazların bulunduğunu bilenler için bu öyle pek de şaşırtıcı bir sonuç değildir. Aşk, başlangıçtaki tazeliği ve heyecanı kadar, bile bile lades olmayı göze almanın da alfabesidir.

     Aşka karşı haksızlık etmek, sanıldığı kadar korkutmuyor beni. Çünkü aşkın yüzyıllık haksızlığı, zaten soruna yeterince ışık tutuyor  -görmek isteyenler için! Aşk, belli-belirsiz varlığıyla, gölgesiyle, ayak izleriyle, yansımalarıyla ve en çok da bıraktığı hazin anılarla, insanoğlunu yüzyıllarca oyalayıp duran bir mistik arayışın adı değilse, nedir?...

     O halde, yaşanan kişisel deneyimlerden de ders alarak, şunu söylemek olası: Aslında keşfedemediğimiz şey, aşkın tekil yönü dışındaki verileriydi. Hep o tekil yöne dayanarak duygularımızın peşinden koştuk durduk. Aşkı tekil olmaktan kurtaracak en önemli verilere hiç yer vermedik hayatımızda. Aşkı bittiği an unutup bir yana attık da, sonrasında neler kalması gerektiği konusunda hiç kafa yormadık. Bir aşkı bize sevdiren şey neydi? Heyecan, umut, gelecek, sevecenlik, gençlik... Peki, bir aşk kısacık ömrünü tamamladığı zaman geriye neden bunlardan hiçbiri kalmadı? Sorun sadece anıların insan yüreğine saplanıveren mızrağından kaçışta mı düğümleniyor sanıyorsunuz? Hayır. Pekala anıları da aşabilir, marazi duyguları eleyebilir ve -sahiplenme ya da mülkiyet anlamında kullanmıyorum- geleceğe seçenek olarak çok daha güzel bir miras bırakabilirdik. Yapamadık.

     Başarmamız gereken, aslında çok basit bir tercihti: Aşkı bütünleyen o arkadaşlık, dostluk, sıcaklık, gizem, heyecan ve sevgiyi aynı potada eritip, bir ateştopu gibi kalbimize nakşedebilseydik, geriye sadece anıların acı tortuları değil, örnek bir ilişkinin büyüttüğü kır çiçekleri kalacaktı.

     Belki o zaman aşk gerçek anlamına kavuşacak, insan ömrünü yiyip-bitiren marazi içeriğinden sıyrılarak, soylu ve dürüst çizgisine oturacaktı. Bu seçenek, biliyorum ki, özgün yanlarıyla olduğu kadar ütopik içeriğiyle de tartışmaya açık bulunuyor. Belki de her şey, Ahmet Yurdakul’un “Korsanın Seyir Defteri” adlı yapıtında roman kahramanına söylettiği “Onunla ilişkimiz, bir aşk için yetersiz, ama bir dostluk için de çok fazla” sözünde düğümleniyor.

     Aşkla yüzleşmek, bir hançerin gücünü ve etkisini kendi kalbinde denemeye benziyor: Ne kadar batarsa, o kadar acıtacak  -ama öğretecek de.  

 

 

Ütopiya dergisi, Yaz’99, Sayı: 7

Cihan Oğuz, 2005-2017

Cihan Oğuz Facebook  Cihan Oğuz Twitter  Cihan Oğuz Instagram

Web Sitesi Tasarımı ve Yönetim Paneli