ŞİİRDE “GONG SAATİ”

 

Türk şiirinde belirli bir "heyecan fırtınası" olmayışının asıl nedeni, varsa böyle bir neden ve varsa böyle bir eksiklik, olsa olsa, her şeyin ışık hızıyla değiştiği dönemsel bir yanlış süreçte, anlamsız bir arayışın kapısını ısrarla çalma-mızdandır.

Bir kez, şiirin "bıçkın delikanlı" rolü üstlenerek, başımızdaki bütün belaları silkeleyip atacak bir etkinlik olduğu sanısı, ne acı ki, saplantı düzeyinde eklemlenmiş bir başka yanlışlıktır. Bu iki saptama, ortak ve paralel bir başka noktaya temas ediyor: Dünyanın bugün ulaştığı değersizlikler dizgesi içinde, kuşkusuz şiirin günahı bir çocuğun günahı kadar en çok... Şiir, bu anlamda, şairinden de birkaç adım ileride hatta. Şair, kendi hayatına ve kişiliğine daha kısa sürede ihanet edebilecek bir ruh taşıyor. Şiirin hiçbir zaman böyle bir lüksü olmadı. Şiir, kendini boşlukta bırakacak denli bir kişilik­sizliğe yol alma fırsatı da bulamadı iyi ki.

Çok soyut gibi görünen bu belirlemenin bir adım ötesinde şu gerçek var: Türk şiirinin bugünkü ortamında nitel sıçramaların olmaması, belki de bir şans bizim için. Ne yani, hayali ve sabun köpüğü kahramanlar yaratıp, birkaç yıllık ve birkaç basımlık bu totemlere sığınmak daha mı demokratik?...

Tabii bu belirleme, sıradan ve sade suya tirit bir şiir sürecine yeşil ışık yakmak anlamına gelmiyor. Yalnızca, yapay heyecanların pompalandığı geçmişin o büyülü ama yanıltıcı döneminde, şiirin, aslında güzel bir mastürbasyon vesilesi olduğuna ilişkin küçük bir not.

Oysa, her şey ve bu arada da en çok zaman hızla değişse bile, şiirin hâlâ yeterince yozlaşmamış olması neye delâlet acaba? Şairlere değil elbette; onlar kendi bildik evrenlerinde, toz kondurmadık hayallerine sımsıkı sarılmış yatıyorlar. Sakın küçümsediğim sanılmasın: Vermeyince mabut...

Ama şiirde bir heyecan arandığı, o beyhude arayışın izdüşümünde sıçrama güdüsünün, tarihe kalmak saplantısının güçlü bir biçimde yattığı da gerçek. Heyecan güdüsü ile süpermen olma telaşının dışındaki seçenek ise: Yalnızlık.

Galiba.

Emin değilim bazı şeylerden, hele şiirdeki vurgu ve isabet yüzdesinin -bilmiyorum var mı böyle bir ölçüt- hayatın hangi noktasına üstünlük sağladığı, hangi noktasında yenilgiye uğradığı meçhul... Ama kesin olan bir yön var: Şiir, şairine rağmen hep ayakta...

Bunca umutsuz belirlemeden sonra, yine başa dönmek gerekirse, günümüzde şiirin, ilgi alanındaki bireylere ne ölçüde heyecan verdiğini sorgulamak artık anlamsız gibi geliyor bana. Evet, geçmişte heyecanlı dönemlerin "mucizevî" dizeleri vardı, hâlâ şiir tarihimizin demirbaşları onlar. Ama bir de yeniçeriler var: Eskiden de vardı, şimdi de ara ara görünüp kayboluyorlar. Şiirin yeniçerileri, belki adları tek tek anımsanmaz bile, ne zaman kazan kaldırsalar, padişah yerine kurban gittiler. Çığlıkları kaldı geriye. O çığlıkların günümüze ulaşan tınısı, şiirin de yaşadığına ilişkin bir işaret fişeği değil de ne?

Otağ-ı Hümâyun'da yan gelip yatarken hangi kardeşinin canım alıp kellesini mızrağa dikeceğini hesaplayan bir sonsuz kaygı yerine, kazan devirip topluca ölümü göze almanın senfonisi, şiiri adam etti ettiyse. Aradaki o ince duyarlı tercih, bugünkü şiirimizin de anatomisini çiziyor aslında. Bugün, yani 2000 yılı sonu veya 2001 başında, biz ne söylersek söyleyelim, ne yazarsak yazalım, hangi şairi "kahraman" ilan edersek edelim, asıl hükmü bizim dışımızdaki bir zaman diliminde yaşayanlar verecek. Doğru mu söyleyecekler, gerçeği mi gizleyecekler, bilinmez. Ama daha az önyargılı olacaklarından eminim.

Tabii hâlâ şiirle ilgilenen bir yazıcı kalırsa...

 

Şiir Odası, 12 Aralık 2000, Sayı: 12

 

 

Cihan Oğuz, 2005-2017

Cihan Oğuz Facebook  Cihan Oğuz Twitter  Cihan Oğuz Instagram

Web Sitesi Tasarımı ve Yönetim Paneli