DEPREMİ VE AŞKI BİRLİKTE YAŞAMAK:

“AY TUTULMASI”

 

 

         Marmara’yı vuran 17 Ağustos 1999 tarihindeki deprem sırasında tatildeydim. Bu yüzden hayatımın belki de en ‘şanslı’ günüydü, kimbilir. Depremi önceleri ‘uzaktaki bir vatandaş’ gibi izledim, sonra da gazeteci gözüyle coğrafi olarak da yakınlaştım. Göreve başlar başlamaz birkaç gün Gölcük’te gelişmeleri izledik, insanların acılarını derinden hissettik, yağmuru gördük...

         Çalıştığım Anadolu Ajansı’na ait bir minibüste konakladık geceleri, gündüzleri kederin ve çaresizliğin haberini yapmaya çalıştık. Fotoğrafladık da. Hayat hep ‘flu’ idi.

         O dönem, aslında çok önceleri başlayıp da bir başka girdapla bütünleşen kırık bir çizgi taşıyordu benim açımdan; hala da öyle. Tanımlanması zor, açıklanması olanaksız, giderilmesi beyhude bir süreç: Ömrünün en ikiz sarsıntısında kalbindeki kırığa derece arayan bir ‘adem’...

         Kuşkusuz, şiirin de tıkandığı bir nokta vardır: Hayat, o an kendi acımasız kurallarını salar üzerine. Yazılmamış şiirlerin vicdani baskısı kuşatır içini. Onlar henüz tüketilmeye hazır olmamanın engin keyfini sürüyorlardır.

         Deprem ve aşk birlikte nasıl yaşanır? Bu, olsa olsa, buzdağına doğru hızla yol alan kör bir geminin destanına benzer. Okuyanları ne derece etkiler, çarptığında kim sağ kalır, sarsıntısı hangi derecede olur, bilinmez.

         Ama uykusuz geceler vardır: Ne kadar romantik olursa olsun gecedir yine, karanlık. Felaket bölgesinde sözgelimi birkaç kabinlik seyyar bir tuvalet önündeki kuyruğa ay ışığı düşürür. Belki utandırır bekleyeni, belki ertesi günkü çorba kuyruğuna sarkıtır mahcubiyeti.

         Aşk, tam da bu noktada çıkagelir işte: Hayat ile arana sis perdesi koyar. Gecenin köründe ötüp duran bir cep telefonu mesajıdır ya da buzdağına doğru hızla yaklaşan bir öksüz gemi. 

         Yalnızlığın kaç boyut olduğu ilk böyle keşfedilir. Denek bir beyaz fare gibi o kulvardan bu kulvara zıplarsın, başın hep köşebentlere vurgundur.

         Bazen tek bir kelime bile söylemek gelmez içinden. Hayatı da, dünyayı da cezalandırıyormuş gibi oyalarsın kendini. Aşk, usulca yakandan tutup kendine çeker seni. Onun kelimeleri büyülüdür, yaramaz ama sevimli bir çocuk nazında geçerli.

         Ne yaparsan yap 16 Ağustos’a dönemezsin oysa. Bu kahır da yeter zaten bir ömür ve aşk için. Eksilenin yerine koyacağın her sözcük, haksız bir manevradan öteye geçemeyecektir. Belki bu yüzdendir yağmurlu havada bile siyah güneş gözlüğüyle dünyaya atılan caka.

         Uyumaya çalıştığın yerde ise sağa dönsen dar gelir dünya, sola savrulsan aşka çarpar yüzün. Öyle bir sarsıntıdır ki, muhatabı bilse de cesaret edip söyleyemez. Sessiz bir fay kırığı gibi derinde kaybolur gider aşk...

 

(...)

         Bu satırları kaleme aldığım 2 Mart 2000 tarihinde buzdağı henüz yeni görünüyordu ufukta. Birkaç satırla özetlemeye çalıştığım o serüven, aslında 36 yıllık bir geminin yaşamından küçük ama önemli bir kesitti, hala da kesit. Hiçbir zaman herhangi bir limana uğrayıp yük boşaltmayacak, güvertesinde martıların ölümüne izin vermeyecek, ama buzdağıyla bir gün mutlaka öpüşecek bir gemi...

         Yol aldığı rotada bazı manevraları yanlış yaptı belki -hepimiz gibi. Bu yüzden dalgalara dövüldü, telsizleri cızırdattı. Ama kendine yedirip de bir gün olsun “S.O.S” demedi, diyemedi. O geminin bir seyir defteri varsa, herhalde bu da gururla eklenecektir.

         Deprem ve aşk, “Ay Tutulması” anında bir araya geldi. Ne yazık ki ikisi de hala farkında değil bunun. Ama size yemin ederim ki, bu şiiri, o geminin koyu mavide boşluğu durmadan döven cesareti yazdı, asla ben değil.

 

 

 

AY TUTULMASI

 

 

Benim bir kalbim vardı

Kusursuz inciler döker yağmur dilenirdi

Sular akar gider, günışığı şaşkın

Her gazete sayfasında bir bulmaca bahanesi

Önce ömrümüz sarsıldı, sonra tek sıra kuyruğa girdik acının önünde

Ardından yapraklarını döktü aşk:

Kimse anlamadı sonbaharın geldiğini...

 

 

Hep yıldızları sayıklayan güzel kız

Yengeç bir umut kıskacıdır bilmez misin?

Burçlar bazen zamansız mevsimlere işaret

Onu uğursuz sağanaklara göstermez misin?

 

 

Serin bir sonbahar gecesi

Ben, kalbim ve yıldızlar

Hepimiz hayata deli gibi bağlanacak kadar yalnız kaldık

Hepimizde aşkın çınlayan nefesi...

 

 

Benim bir kalbim vardı

Gölcük’te yağmur var

Kırık bir gökkuşağı varlığını duyurmaya çalışıyor

Her şey paramparça olacak bir süre

Tanrı’nın sözü bile.

Düşlerimin kış uykusundasın

Hiç bitmeyecek bir mevsimin ortasında

Bu yüzden her dem sürecek anıların tazeliği

Gözlerin toy bir badem olarak kalacak...

Söz bazen zavallı şarkı,

Bazen şiir boşluğa atılan kırık taş.

Benim bir kalbim vardı

Coşkulu işkenceler yaşayan

Her çığlıkta içindeki yarayı kahramanlık nişanı sanan

 

 

Artık umursamıyorum mu sanıyorsun susan çığlıkları?

Taş devriydi: Önce anılar gömüldü, önce yazılmamış mektuplar,

önce şarkılar.

Bu sessizlik haksız bir kıyamet değil de ne?

Benim o kalbim suskunluğu bozan klarnet,

Yivli tüfeğin teptiği omuz,

Bir ömrü sıfırlayan sırat köprüsü...

 

 

Söylenmedik ne mi kaldı bu mevsimde?

Bir şeyler kaldı mutlaka: Mahcup bir ıslık,

es geçilen bir demet anı.

Artık hepsini elbirliğiyle saklıyoruz

küçük bir çocuğun maymun resimli çantasında

Yıllar sonra meraklısı çıkıp açarsa

Kendi hüznünü de bulsun diye.

 

 

Ömrümüz bir ay tutulmasıydı

Kendine sarıldıkça kayboldu rengi

Aşk için maviydi diyorlar, denizi andırıyor en çok

Gemiler uzaklaştıkça o da eskiyor

 

 

Kocamış bir kurdum artık değneksiz köylerde

Çocuklar kuyruğuma teneke bağlayıp hazrolda şiir okuyor

 

 

Hayır çıldırmadım, en az deli dumrul kadar yokuşun başındayım

Elimde hangi parçalanmış şarkı varsa dağıtıyorum çocuklara

Gölgesi kırık bir ömre düşen aşk nasılsa ganimet sayılır

 

 

Benim bir kalbim vardı

Taşımadı bunları.

 

 

 

 

 

 

Bursa Edebiyat Günleri, Mart 2000

Bu içerikle ilgili diğer bağlantılar

Cihan Oğuz, 2005-2017

Cihan Oğuz Facebook  Cihan Oğuz Twitter  Cihan Oğuz Instagram

Web Sitesi Tasarımı ve Yönetim Paneli