HASAN ALİ TOPTAŞ VE “SONSUZLUĞA NOKTA”DA AKLI TIRMALAYAN SORULAR 
      
  
Hasan Ali Toptaş’ın “Sonsuzluğa Nokta” adlı romanı, geçirdiği trafik kazası nedeniyle yatağa çakılıp kalmış şair (ruhlu) Bedran’ın içsel serüvenini geriye dönüşlerle anlatıyor. Bir taşra kasabasından büyük kente çalışmaya giden ve üç devrimci öğrenci ile birlikte rutubetli bir bodrum katında yaşamaya başlayan Bedran, düşlediklerinden farklı bir noktaya uzanan evliliğini de sorgular yapıt boyunca. Aynı evi paylaştığı en iyi arkadaşı Turan, “kadın tenli” olarak nitelediği ve serüven boyunca defalarca bu yolda çağrışımlar yüklediği İsvan, -ki onu seven teyzesinin kızı Gülderim bir çatışma sonucu İsvan öldükten sonra artık kahramanımızın karısı olacaktır, en çok da çocukluğunda kasabada muavinliğini yaptığı minibüsün sahibi olan babası. Bunlar, romanı biçimleyen ana karakterler.
Kabaca bu şekilde özetlenen roman kurgusu, sonunda Bedran’ın -bir süredir kendisini aldattığından kuşku duyduğu- karısını öldürmek için -yine çakıldığı yatağında- elinde tabanca beklemesiyle -ama sadece beklemeyle- hazin bir sonuca bağlanır.
Hasan Ali Toptaş’ın roman dili alışıldık bir biçem değil. Bir kez, anlatım gücündeki mükemmelliyetçilik, Toptaş’ı farklı kılan en büyük özelliklerden biri. Bu kazanım, betimlemelerdeki olağanüstü ayrıntıları, tiplemelerdeki titizliği, dildeki benzersiz tadı da açığa vuruyor. “Sonsuzluğa Nokta”, kasabalı duyarlılığına sahip Bedran’ın kendisiyle mücadelesine yöneldiği kadar, “küçük insanların” dünyalarına da kucak açan -belki de bu yüzden popüler kültürle farkını ortaya koyan- bir yapıt.
 
          Romandan esirgenen ruh
   
         Ne ki, tam da bu noktada, romanın genel yapısında kendini gösteren bir eksikliğe değinmeden geçmek mümkün değil. Hasan Ali Toptaş, anlatımdaki zenginlik ve dildeki kusursuz çabaya rağmen, romanın kurgusunda heyecanı es geçmiş.
         Bir adım daha ileri giderek söylemek gerekirse, yapıta kazandırması gereken ruhu okurdan esirgemiş. Bunun bir yazar tercihi, özgün bir tarz olduğu düşünülebilir. O halde sorgulanması gereken nokta, romandaki kurgusal yapının neden klasik ögelerden ibaret tutulduğu olacaktır. Öyle ya, geriye dönüşlerle anlatım yoğunluğu kazanan yapıt, bu evrelerde de -üsluptaki ustalık dışında- herhangi bir merak sorunsalı taşımamaktadır. Okur, bir sonraki adımın ne olacağına ilişkin yazınsal tad yerine, yazarın sunduğu süreçle yetinmek zorunda kalmıştır.
         Bu saptama, elbette -yaygın argo deyimiyle- “tribünlere oynama” gibi bir beklentiyi dile getirmiyor. Yazarın tercihi, bir anlamda her şeyin üzerinde bir olgu. Yine de insan sormadan edemiyor: Acaba Hasan Ali Toptaş’taki bu ustalıklı ama kapalı anlatım, sınırlarını bizzat yazarın yaşamının belirlediği bir durum/tutum mu?  
         Son dönemde Hasan Ali Toptaş ile yapılan birkaç röportajda da belirtildiği üzere, yazar yıllardır Ankara’nın Sincan ilçesinde kendi halinde bir memur olarak yaşıyor. Tek tutkusu da yazmak. Sadece edebiyat sosyolojisi açısından bakıldığında bile, buradaki birkaç önemli noktayı bir arada yakalamak mümkün: Romandaki kusursuz dil, titiz anlatım ve -sanırım yazması da, okuması da keyif veren- benzersiz betimlemeler, dar bir çevrede yaşayan yazarın sabırla elde ettiği birikimlerden kaynaklanıyor.
  
Postmodernizmden korku mu?
   
  
Ama bir de madalyonun öteki yüzü var ki, bu da yazarın -kendi tercih ettiği- yaşantı eksikliğinden kaynaklandığını sandığım bir gerçeğe işaret ediyor: Hasan Ali Toptaş, romanı gergef gibi işlerken, kurguyu hiç riske atmıyor; aksine, anlatım yoğunluğuyla çerçevesini çizdiği hikayeden bu heyecanı kovmayı başaracak kadar da sınırlarını çiziveriyor.   
Bunun iki nedeni olabilir: En kötümser tahminden başlayacak olursak, Hasan Ali Toptaş, ya Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay gibi yalnızlığın romanını veya romanın yalnızlığını yeğleyerek kendine bir yön çizmektedir -ki bu durumda hem edebiyat tarihi açısından kendisine bir sayfa açılması mümkün olacaktır, hem de popülerleşmese de imzası kalıcı biçimde o tarihe kazınacaktır- ya da -en iyimser söylemle- mütevazı ama ustalıklı bir anlatımı, romanı ateşleyecek ruha tercih etmektedir!
Kanımca, buradaki temel kaygının etik ve semantik iki boyutu var. Bu iki boyutun kaynaştığı bir başka uzam da söz konusu elbette. Hasan Ali Toptaş, romanında, bilerek ya da bilmeyerek, klasik söylemi ağırlıkta tutarak, yazınsal biçemini adeta postmodernist tehlikeye karşı korumaya yeltenmiş.
Buradaki refleks belki tasarlanmış bir öngörü değil; ancak Hasan Ali Toptaş etik bir duruş adına bu sırt çevirmeyi belli ki fazlasıyla özümsemiş. Hal bu olunca, romanın günümüzde ulaştığı aşama açısından “Sonsuzluğa Nokta”yı zamanın biraz dışına iten bir yazınsal gerçeklik kendiliğinden beliriveriyor: Romanda en ufak bir espri, hınzırca tasarlanmış bir kurgu ya da söylem biçimi, kahramanları -yazarın denediği yabancılaştırma modeli dışında- özgün halleri ve tüm çıplaklığıyla, hatta zaaflarıyla gösterir tek bir satır yok.
Romana heyecan katan tek kurgu, aynı zamanda final bölümü olan son birkaç sayfa. Hakkını yememek gerek: Bedran’ın karısını elinde tabancayla beklediği sırada, geriye dönüşlerle imlediği o sapsarı bir sonbaharikindisinde meydana gelen ve yatağa çakılmasına neden olan kazanın öyküsü, anlatım zenginliği ve çağrışım duyarlılıkları açısından benzersiz bir bölüm. Özellikle Bedran’ın benzinlikte rastlayıp yolun üzerindeki bir köye bırakmak üzere arabasına aldığı çocuk ile -otorite simgesi- babası arasında -geçmişe uzanarak- kurduğu imgesel yakınlık, sonunda vitesi boşa alıp frene basmasıyla sonuçlanan kristalize bir noktaya ulaşıyor.  
Gerçi roman 1991’de yazılmış ve çok daha önceki bir dönemi, 1980’li yılların biraz öncesi ile hemen sonrasını anlatıyor. İyi de, büsbütün bir trajediyi ele alma gibi bir iddiası bulunmayan bir romanda hiç mi hüzün dışında bir duygu yer almaz? İnsanlar gülmeyi, alay etmeyi, kendileriyle bile dalga geçmeyi yeni mi öğrendiler? Bu soruların yanıtı, “yazarın tercihi” duvarına toslayıp kalıyor.
Hasan Ali Toptaş, sınırlarını baştan koymuş, klasik bir roman tadı arayan -ve bulan, kendi içselliğinde yarattığı özgün dünyayı -elbette- yeni bir boyut olarak edebiyata taşımayı başarmış, ama -bence- potansiyeline -tabiri caizse- “kazık fren” çakmış bir yazar.
Kimbilir, belki de yazar bu eksikliği bir meziyet olarak görüyordur. Ancak unutmamalı: Yazınsal anlamda risk almakla, kalite, tarihe kalmak saplantısının hep bir adım önüne geçer. Usta yazarlık da bunu erken farketmektir.  
 
 
 
Yom Sanat dergisi, Mayıs-Haziran 2003, Sayı: 12
 
 
Bu içerikle ilgili diğer bağlantılar

Cihan Oğuz, 2005-2017

Cihan Oğuz Facebook  Cihan Oğuz Twitter  Cihan Oğuz Instagram

Web Sitesi Tasarımı ve Yönetim Paneli