DERİNLİK ALGISI VE EDEBİYAT

 

 

      Üç yaşındaki bir çocuğun farkettiğimavi, gökyüzünün artık onun nezdinde resmedilişinin resmî kanıtıdır. Bu olgu, "derinlik algısı"dır. Bu yaş öncesi, çevresindeki cisimler, anne-baba ya da gürültü, ses, renk ve benzeri uyarıcımateryaller, çocuk için zihinde bütünleşmesi kolay olmayan ve bir uzamın parçaları oldukları belirsiz sıradan nesnelerdir. Çocuk, derinlik algısıolarak nitelendirilen psiko-sosyal yetiyi kazandığı an,yakın çevresinin ve dünyanın anlamını kavramaya başlar. Bakışları derin­leşir, yakın ile uzağı bütünleştirip birarada değerlendirme gücünü elde eder. Bu yeti bir bakıma, sonsuza dek taşıyacağı hüznününde işaretidir aslında. Klâsik bir tanım­lama olacak ama, değinmeden geçmek mümkün değil: Bilmek, tanımak, anlamak ve ayrımsa­mak bir tür çerçeveli ya da çerçevesiz misyonerlik olarak adlandırılabilir.

Bu belirleme, belki bir bakıma, 'spekülatif olarak da nitelendirilebilecek bir olguyu çağrıştırıyor: Kavrayış ahlâkıaçısından şu anda modern edebiyatımız ve şiir dünyamız, üç yaşındaki bir çocuğun zekâ düzeyine bile ulaşmış değil!

      Niçin?

Bir kez, teorik olarak kendimizi öyle güçlüve aşkınhissediyoruz ki, belki üç yaşın altındaki çocuğun bile gösteremeyeceği bir inatla yanlışı savunmakta sakınca görmüyoruz I Sadece kendi bünyemize kilitlediğimiz o büyülü gerçekneyse, onu derinlik algısının sınırına sokmamakta, yâni büyümemekte olağanüstü ısrar ediyoruz.

Bir yandan, enternasyonalistolmakla övünüyor ve dinsel bağnazlığa karşı açıkça cephe almakla gururlanıyoruz; ama öte yandan da, düşmanlığının boyutlarını rejime değil giderek halka yönelten bir garip terör biçimini hak almanın meşru parçası sa­yanları alkışlayabiliyoruz! Alkışladığımız o 'dinamik' ise son yıllarda Türkiye'de sol hareketi kendi yanlış çizgisine mümkün olduğunca çekmeye çalışan (hoş, onların böyle bir sorunsalları da yok aslında, biz gidip yalvarıyoruz neredeyse) ama bir yandan da Güneydoğu'daki yobaz oylarını da alabilmek için Hz. Muhammed'in hadislerini bildirilerinde kullanmakta ya da yerel-genel seçimlerde RP'lilerle açıkça flört etmek­te sakınca görmeyen bir zihniyet!

Türkiye'de aydınlara ve edebiyatçılara bugün -hiç değilse düşünsel açıdan-büyük görev düşüyor. Çünkü Lorca'dan Brecht'e, İlya Ehrenburg'tan Aragon'a kadar kendi­sini sosyalist sayan tüm aydınlar ve edebiyatçılar, kendi ülkelerinde faşizme karşı

mücadele edilirken ihanetiçine girmediler! İhanet denilen o hususiyet,"dirilen sosyalizm" maskesi altında günümüzde sergilenmeye başlandı!

Evet, o kuyruğuna takılmakta bir rahatsızlık duymadığımız 'dinamik', bugün metropollerde ve turistik bölgelerde, sanıldığı gibi sadece rejime değil, giderek artan dozda Türkiye halkına karşı patlatıyor bombalarını. Bizler alkışladıkça, "düş­man ülkenin halkına" daha da yöneltiyor şiddetini! Bombalarını, casus filmlerini aratmayan bir fütursuzlukla, büyük kentlerin ana caddelerindeki çöp bidonlarında ya da "turistleri kaçsın, ekonomisi batsın" mantığıyla sayfiye bölgelerinin plajların­da, çay bahçelerinde patlatmayı sürdürüyor.

Türkiye'de gerçek aydın ve edebiyatçı bir yol ayrımında.

Ya, tüm bu olup biten haksız şiddeti -bütün ideolojik sakatlıklarına karşm-onaylayıp sineye çekecek ya da sesini yükseltecek! Türkiye solu açısından bugün Kürt sorunu İsmail Beşikçi'nin saptadığı noktanın çok dışında kalmıştır. Ortada, mafyanın egemen olduğu bir rejim yıkılmaya çalışılırken, yerine başka bir ulusun mafyasının, yobazlığının ve ırkçılığının ikame edilmeye çalışıldığı yönünde ciddî bulgular var­dır.

Merak ediyorum, Kürt dinamiğine örgüler yağdıran Yalçın Küçük, Haluk Gerger, Beşikçi ve öteki aydınlar, yaşamları boyunca bir kez olsun -aşka gelip- "Yiğit Türk oğlu!" ya da "Şanlı Türk milleti!" nitelemelerini kullandılar mı? Hayır. Zaten kul­lanmaları ideolojik açıdan abestir. Ama, sol için de çıkış noktasıolarak gördükleri o dinamiğin yayın organlarında sık sık gördükleri "Yiğit Kürt oğlu!", "Şanlı Kürt ulusu!" nitelemelerini sineye çekebiliyorlar! 0 zaman sorun nedir? Kürtlerin ulus olma, bağımsızlığını elde etme, bayraklarını dalgalandırma hakları meşru da, Türklerin niçin değil? Yalçın hoca, Haluk Gerger, İsmail Beşikçi ve öteki aydınlarımız, kendi­lerini ırksal açıdan neredeyse hakir ve düşman gören kısmî faşizanbir zihniyete gösterdikleri hoşgörüyü, niçin Türkiye halkından esirgiyorlar!

Bu tartışma, derinlik algısının ideolojik bir yeti olarak da henüz kazanılıp kazanılmadığı sorununda düğümleniyor. Yazık ki, bu kısmî faşizan zihniyet, sosyalist teoriyi altüst eden uygulamalarına yine sosyalistleri razı edebiliyor! Haluk Gerger, cezaevine girdiği gün Özgür Ülke'de yayımlanan başyazısında, "Kürt halkına borcumu ödüyorum!" diyebiliyor da, borçlu olduklarının kendi ulusuna gösterdiği önceliği bir türlü Türkiye için gösterme cesaretini bulamıyor! Yazık.

Yalçın Küçük'ün Paris'ten yazdıklarını okudukça ise 12 Eylül öncesi ve hemen sonrasının Ergun Göze'sini, Ahmet Kabaklı'sını ya da Mukbil Özyörük'ünü getiriyorum gözlerimin önüne: Kin kusan bir aymazlık ve nedeni belirsiz potansiyel ırkçılık!Rejime saldırmak adına, 'Başkan Apo', 'Apokardeşim', 'Başkanım' sözcükle­rinden yayılan talihsiz yağcılık!

Peki, nedir bu aymazlık?...

Önce köyleri bastılar, onlarca kişiyi öldürdüler, başkasından bildik. Toplu kıyım yaptıklarını onlar kabullendi, biz bilinçaltımıza attık. Aralarında sol görüşlülerin de bulunduğu pek çok öğretmen, eğitimci, sağlıkçı ve memuru sadece o bölgede görev yaptıkları için öldürdüler, unutmaya yöneldik. Terhis halindeki sivil askerleri otobüslerini durdurarak katlettiler, okulları, sağlık ocaklarını, karlı yolları açmaya çalışan iş makinalarını yaktılar, gözümüzü kapattık. Daha neler mi oldu? Tren istasyonlarını, yolcu otobüslerini, vapurları, genel tuva­letleri, pazar yerlerini, çay bahçelerini, aklınıza neresi gelirse orasını acı­masızca bombalayarak çok sayıda kişinin ölümüne ya da yaralanmasına neden oldular.

İçlerinde taşıdıkları gizli nasyonal-sosyalistdamar öyle ırkçı bir gelenekle buluştu ki, tipik faşist örgütlerin ya da devletlerin başvurduğu toplu kıyımyöntemlerine başvurmaktan çekinmediler.

Bu anlayış ideolojik açıdan mahkûm edilmediği sürece, gelecek kuşaklara, masum insanlar öldürülürken nasıl sessiz kaldığımızı, bir toplu cinayet ritüelini nasıl kalbimizle onayladığımızı, 1990’lı yılların başında Doğu Avrupa'da sosyalist rejimler birer birer çökmesine rağmen aradan birkaç yıl geçtikten sonra ilk ya­pılan genel seçimlerde yine en çok oyu topladıklarını, ama Türkiye aydını ve edebiyatçısının kendi ülkesinin kaderinden vazgeçip, sol görüntülü nasyonal-sos­yalist bir örgütün kuyruğunda ideolojik doyum aradığını anlatmak zorunda kalaca­ğız...

Evet, Türkiye Edebiyatı ve Solu, henüz üç yaşına gelmemiş bir çocuk zekâsı taşıyor. Şiddet adlı amcasının elinden tutup, bir belirsizliğe sürüklenmekte. As­lında, kendisine yönelttiği şiddeti alkışlamakla meşgul!

Nereye kadar mı?... Pişmanlık için son şansı 12 Eylül faşizmiydi, şimdi başka şansı da yok!...

 

 

Promete dergisi, Kasım-Aralık 1994, Sayı: 23-24

 

Bu içerikle ilgili diğer bağlantılar

Cihan Oğuz, 2005-2017

Cihan Oğuz Facebook  Cihan Oğuz Twitter  Cihan Oğuz Instagram

Web Sitesi Tasarımı ve Yönetim Paneli