TEORİSİZ ŞAİRİN DRAMI

 

 

“Teori” ve “Dram”, 21. Yüzyılın eşiğindeki dünyada mücadele tarihini özetleyebilen iki kavram. Bu iki kavramı zoraki biçimde yanyana getirmek için büyük çaba sarfetmek de gerekmiyor. Ne acı ki, “somut koşullar”, bu iki kavramın yanyana gelmesine yeterince önayak olabiliyor.

Peki, şair?... O ne arıyor bu iki karmaşık kavramın yanı başında? Hiçbir şey aramıyor. Gerçekten de hiçbir şey arayamıyor; gücü yetmiyor çünkü. Şairi bu iki kavramın ortasına koymak, ona belirli bir değer atfetmekten öte, duyarlılığı en çok şaire yakıştırma yanılsamasından ileri geliyor. Ne de olsa şairler, bütün tükenmişliklerine karşın hâlâ bu dünyanın en duyarlı yaratıkları olarak kabul ediliyor. Yıkılması gereken bir anlayış!

Aslında şairlerin tükenmişliğinde yatan somut neden de teorisizlikten kaynaklanmakta: Elinde feneri olmadan bataklıkta su nilüferi aramaya kalkan bir yığın başıboş insan! Ayışığının yardımı olmadan ütopyalarına bile hükmedemeyen zavallılar! Dizelerin büyüsü ile büyünün dizelerini birbirine karıştıracak kadar dünyayı tanımlamaktan yoksun çağdaş teistler!...

Bu kadar “hakaret” yeterli sayılabilir. Sorun, teori ile dramın buluşma noktalarını açıklamaktı. Oysa, sadece dramın özelliklerini sıralayabildim.

Hayatın küçük bir boyutunu tanımlamak için yıllarını veren bir bilimadamının çabası ortadayken, hayatın her boyutunu tanımlaması gereken şairin tembelliği niye? Tek bir yanıtı var: Okurun izinden gitme sevdası! Bu yanılgı, çoğu kez yaratıcı yeteneği körelttiği gibi, şairin kendine olan saygısını da minimuma indiriyor. Şair bunun farkında mı? Hayır. Onun için, güzel kapaklı bir kitap, iyi bir organizasyon sonucu gerçekleşen imza günü ve ardından “sus payı” olarak verilen bir ödül yeterli. Hatta çok bile!

Türkiye'de, şairin yazdıklarını okura kolayca beğendirebilmesi için bütün uygun koşullar hazırdır: Okuru yormayacak bir üslûp, derinlere ulaştırmayacak bir düzey ve her zaman acılarını okşayacak bir eziklik!... Hiçbir şair, şiirinin tartışılacağı ortamın belirli bir düzeyin üzerinde oluşmasını içine sindiremiyor. Çünkü, teorisizliğinin açığa çıkmasından ürküyor. Büyünün bir anda yiteceği endişesi paniğe dönüşüyor. Şairlerin eleştiriyi sevmemesindeki neden de burada yatmakta.

Rilke'nin dediği gibi, “Ün, bir ad çevresinde kümelenen yanlış anlamaların toplamıdır.”

Şiir üzerine tezler geliştirirken, pek çok değişken fonksiyonu da birarada düşünmek, şairin tarihler boyunca süren yanlışlarını ve zaaflarını da ortaya koymak zorunlu hal alıyor. Cesaretten de öte, bir tür intihar olarak tanımlanabilecek bu çaba en çok okuru üzecek, ama gerçeğimiz bu!

Şair, gerçeği kırmanın mihenk taşıdır. Ya da, tarih boyunca böyle anlaşıldı. Durum böyle olunca da, yaratıcı imgelemin gücü, bir tür saldırı aracına dönüşüyor. Nereye kadar? Gerçeğin yapısını kırarken, yitirdiklerine üzülmeyi de bir zaaf haline getirene kadar! İşte, en büyük yanılgı bu.

En “radikal”, en “uç” şairler bile, gerçeğin imgesini yaz-boz haline getirirken, kırık ve hüzünlü bir söylemi yeğliyorlar. İnsanlara ya da okura -hatta tarihe- karşı böyle açıklıyorlar gerçeğin dönüşümünü. Tersini yapmayı deneyenler ise zaten şiirden anlamıyor. Türkiye'de bol örnekleri var. Şiiri çıkmazda bırakan bu gerçeklik, neredeyse duyarlılıkların sınırlı olabileceği yanlışını çağrıştırmakta. 

Çözüm nedir?... Henüz hiçkimsenin bu soruna çözüm arayışı içinde olduğunu sanmıyorum. Dahası, kimsenin bu konuyu daha önce derinlemesine düşündüğüne de olasılık vermiyorum. Çözüm, belki zamanla, duyarlıkların yalıtılmış biçimiyle ve yeniden inşasıyla mümkün. Bu, sadece bir varsayım. Haksızlıkların ve adaletsizliklerin kol gezdiği toplumlardan böylesi topyekûn duyarlılıkların peşisıra çıkmasını beklemek ise sadece bir ütopya.

Çözümden önce, kendini ifade etmeyi deneyen şairin bu işlevi yüklenirken kullanacağı üslûbu nasıl organize etmesi gerektiği gündeme gelmeli. Kimsenin yanaşamadığı o korkutucu boyut da burada ortaya çıkıyor. Hangi şair, ne cesaretle ve neleri ardında bırakmayı göze alarak bunu deneyebilir ki?... Sonra, niçin denesin? Düzeyinin ve duyarlılığının yetmediği noktalarda, kaçamak ve kolay dizelerle okurun bağışlayıcılığına sığınmak varken!

Şiirin, bir devrime ihtiyacı var. Yüzyılların miskinliğini, kolaycılığını ve hüznünü, gerçeğin kendi duyarlı akışı içinde boğabilecek bir devrime. Sınırsız ve önyargısız; ama yanlış da olsa yazdıklarını ve yaşadıklarını teorize edebilecek şairlere ihtiyacı var.

Türkiye'de genç şairlerin yolu bellidir: Sırıkla atlama şampiyonasına katılan “yıldız takımı” oyuncuları gibi Nâzım'ı ölçüt almak ve bu “kutsal rekor”a -hiç değilse- yanaşabilmek! Türk şiirinin kendini Nâzım kompleksinden kurtaramaması, edebiyatta süregelen karmaşayı artırmaktan öte bir sonuç doğurmamıştır. Nâzım Hikmet duyarlılığının eskimiş bir duyarlık olduğunu kabule yanaşmadıkça da bu kargaşa ve gerilik sürecektir.

Sorun, “Nâzım sorunu” değil. Nâzım, dünya yüzünde şiirini teorize edememiş ender ünlü şairlerden biridir. Şiir üzerine yazdıkları, sadece iyiniyetli birer denemedir. Zaten, şiirini teorize edebilmiş diğer dünya şairlerinin de bunu ne derece başardıkları tartışılır. Şiirin sürekli bir duyarlık eylemi olduğu gerçeği ortadayken, zaman içinde bunun gerisinde kalan şairleri kınamanın anlamı yok. Solukları yetmiyor.

Peki, şiirle ilgili bunca sorunu tartışmak ve duyarlıkları sınamak varken, neden öncelikle şiir yazılıyor?... Şair, bir düşünce tembeli ve cahili olduğu için! Sadece şiir yazmayıp, şiir üzerine “döktüren” cahiller de var; belki yirmi yıl sonra daha da artacak; ama tüm bunlar, şiirin bir kaçış yolu olarak anlaşıldığı gerçeğini değiştiremiyor. Şiiri ciddiye alanlar için söylüyorum: Şiire sığınmak, onu kutsallık boyutunda algılamaya yol açar. Sığınmak, tanrıyı ve mabetIeri ilgilendiren bir çerçeve. Kırmak gerekiyor.

Yazının başından bu yana süregelen eleştiri ve saldırılar, Edebiyat Dostları’nın dünkü ve bugünkü kadrosu da dahil, Türkiye'deki bütün şairlere ve şiir anlayışlarına yönelik. Hatta, dünyadaki şiir yapılanmalarına da uzanabilecek kadar ağır bir suçlama. Gerçeğin negatifi, ya da kırılmış hali, ya da ütopya içinde bile gözlemlenebilen zerrecikleri, şairin, artık mevcut duyarlılıkların tümünü birden aşarak yeni bir sentez yaratmasını zorunlu kılıyor. Edebiyat Dostları'nın yayınlandığı günden beri bütün çabası da bunu göstermekti: Yeni bir toplum, yeni bir duyarlık, yeni bir insan.

Değişimin kaçınılmazlığı karşısında mevcudiyeti korumayı ilke edinmek, hiçbir şeye yetmiyor. Bu duyarlılıkların değişik yönelimlere kanalize edilmesi de zorunlu. Edebiyat dünyasında peydahlanmış ün düşkünlerinin anlamadığı, anlamak istemediği ve anlayamayacağı gerçek bu!

Türkiye'de, edebiyat alanında yıllardır bir cinayet işleniyor: Okurun gelişme gücü öldürülüyor. Acımasızca. Oysa ne cinayeti işleyenin “makul” bir nedeni var, ne de duyarlığı katledilenin bundan haberi! Cinayeti, sadece tanıklar biliyor. Ne acı ki, kanıtları yetersiz sayılmasa bile, cinayeti ifâde etmekten öte bir yetkileri yok. İmza günleri, söyleşiler, ödüller ve “danışıklı dövüş” şeklinde beliren eleştiri yazılarının gürültüsü içinde unutulup gidiyor cinayet.

Cinayetinize devam edin Türkiye’nin “büyük” ve “duyarlı” şairleri! Sakın çizginin dışına çıkmayı denemeyin! Nasılsa, açlık grevleri sırasında -kazara- verdiğiniz demeçlerle ve gazete ilânları yoluyla vicdanınızı da rahatlattınız; işte önünüzde holding dergilerinin bol sayfaları, işte yılda dokuza ya da ona çıkarılması düşünülen ödüller, işte yazdıklarınıza tapacak bir yığın enayi mangası...

Birlikte sürdürün dramınızı…

 

 

 

 

Edebiyat Dostları, Ekim 1989, Sayı: 30

 

 

Bu içerikle ilgili diğer bağlantılar

Cihan Oğuz, 2005-2017

Cihan Oğuz Facebook  Cihan Oğuz Twitter  Cihan Oğuz Instagram

Web Sitesi Tasarımı ve Yönetim Paneli