name="ctl00" method="post" action="Default.aspx?SayfaId=245" id="ctl00">AnasayfaHakkındaKitaplarıRöportajlar
name="ctl00" method="post" action="Default.aspx?SayfaId=245" id="ctl00">
name="ctl00" method="post" action="Default.aspx?SayfaId=245" id="ctl00">

EDEBİ SUSKUNLUK KAÇ YAŞINDA?

Şiirsel duyarlığa somut ivmeyi kazandıran nedir? Başka biçimde soralım: Bir duyarlığı şiire eklemleyen özellikhangi noktada belirir?... Bu iki benzeş soru, bir açıdan karmaşık duyarlıkların istikrarlı söylemi olarak da tanımlana­bilecek şiirin belki de çıkış noktasınıoluşturuyor. İstikrarkavramı, her ne kadar ekonomik bir terim gibi görünse de, aslında şiirsel duyarlığın şiddet ora­nına,daha doğru bir deyimle, şiirsel söylemin şiddet derecesindeki tutarlılı­ğa işaret ediyor. Nedir bu şiddet derecesinin boyutlarıve kendi özüne aykırı düşmeyecek ölçüyü nasıl belirler?

Evet, son birkaç yıldır, şiirsel duyarlığımızı kendimize en kolay gelen boyuta taşımanın ucuzluğunu yaşadık. Sorgusuzluk ve sualsizlik, ne acı ki, gündelik yaşamın hızı karşısında adeta bir sığınakhâline dönüştü.

Bir adım daha ileri giderek açıklayayım: Özellikle 1990’lı yılların ba­şında Doğu Avrupa'dan başlayan ideolojik-yapısal çöküş dönemisonrasının edebî verilerini, bilinçaltımız dışında yaşayabildik mi?...

Ne mi yaptık? En kolayını: Gücümüzün varlığı sırasında bize en karşı görünen mücadele biçimini adeta tek ışık yoluolarak benimsedik!

Türkiye, neredeyse 10 yıldır bir acı tünelindengeçiyor. Öyle bir tünel ki, karanlık, puslu, uzun ve acımasız. Tarafların tamtam çığlıkları eşliğinde söyledikleri uzun ninniler, dağ halayları ve birbirinden aynı anda hızla uzaklaşan iki vagon...

Bir ülkenin giderek çoğalan yalnızlığı. İnsanların da.

Basılan mezralar, ani pusular, kan davasına dönüşen gözüpek ucuzluğun tanığı çocuklar. Tanıklığı, milimetreyle tanımlanan 'etkili’ mermilerle dondurulmuş çocuklar. Her birinin gözbebeğinde yazılmamış bir şiir...

Peki, biz ne yapıyoruz, bu ölümcül yalnızlığı artıranlara olumlu sıfat­laryüklemekten başka?...

10 yıllık yakın tarihin şiirsel duyarlılığını, dramını hangi cesaretya­kalayabildi? Murathan Mungan,Omayra” adlı şiir yapıtında bir gözünü ka­patarak ucundan tutabildi o duyarlığın, daha fazlasına cesaret edemedi veya görmek istemedi. Yalçın Küçük, günlük bir gazetedeki köşe yazısında, bir eleş­tirmen, araştırmacı ve bilimadamına yakışmayacak düzeysizlikte, bazı gazetecileri açıkça hedef gösterdi, onlar için 'mezar' yakıştırmasını uygun gördü. Sevgili arkadaşım Metin Fındıkçı'nın "Harabeler" adlı şiir kitabında, dünya kamuoyu­na kadar yansıyan “köylülere zorla dışkı yedirilmesi olayı” ele alındı. Ama, askerlerin köylülere dışkı yedirmesi olayının insan onuruna yakışmadığını belirleyen bir ideolojik anlayış, baskın, mayınlama ya da çöp kutusuna bomba koyarak öldürmeninde insan onuruna yakışmadığını haykırmalıydı!

Değerler sistemi öylesine altüst oldu ki, akıp giden günlerin ideolojik çözümlenmesinden çok, yanlışa taraf olmanınkoşulları arandı. Şimdi o ideo­lojik yanlışın üzerine yeni yanlışlar inşa etmeye çabalıyoruz!

Akif Kurtuluş'un Edebiyat Eleştiri dergisinin Kış'94 sayısında yer alan "Devlet Kaç Tazı Tut" şiiri ise bence her iki tarafın yaşadığı trajediyi de ironikbir dile yaslanarak edebî duyarlığa taşımayı başarabilmiş bir şiir. Gerçi, "şırnak: kırbaç: şırraak!", "hoh hoh hosaybin/iki üç daha fazla kat­liam" ve "bir kulp var ayrılığa takacak" dizeleri, bu eğilimin hangi tarafa daha çok ağırlık verdiği yolunda az-çok bir gösterge ama, yine de yıllardır süren yoğun bir baskının varlığı ortadayken, bu kadarını çok görmemeli! "Dev­let Kaç Tazı Tut", Akif'in alıştığımız özgün imgeleri ve eğretilemeleriyle yoğrulmuş, ideolojik açıdan fazla 'açık vermeyen' ama bir dramı olabildiğince geniş boyutlarıyla ele almaya yönelen bir çaba. Öyle ki, bu ikilem, "terminal­den havaya fırlatılan en büyük askeriçin/yeri geldiğinde bükerek sustuğumuz/ vücut isterse davula gön yaptığımız bir kalbimiz:/bundan bir bumerang öyküsüçıkaracak/iyi edebiyatçılarımız var" dizelerinde açıkça yansıyor.

Ama ben, aynı zamanda bir hukukçu olan Akif Kurtuluş'un, bu konudaki nettavrını yazı ve polemiklerinde de dile getirmesini bekliyorum.  

Bu noktadan hareketle soruyorum: Sevgili şairler, edebiyatçılar, eleştir­menler, söyler misiniz lüften, biz 10 yıldır uzaydamı yaşıyoruz? Bu uzayın uzamı,şiddetin bir türüne gözümüzle karşı çıkarken, başka bir tür şiddeti kaşımızla onaylayan bir çelişkiyi mi çerçeveliyor? Sonra, nedir onayladığımız o şiddetin bize yakın düşenyansıması? Yoksa, ideolojik komşulukmu?.. Pes, doğrusu!

10 yıldır edebî bir suskunluğu yaşıyoruz. Korkakça ve güvensiz. Verile­rimiz, şiirde ve edebiyatın öteki alanlarında kendine yer bulamayacak ölçüde havada dolaşıyor; birer 'yapıştırma duyarlık' (buna 'yakıştırma duyarlık' da denebilir) kadar gerçekten uzaktalar üstelik... Edebî verilerimiz, son 10 yılı görmezden gelmek için kendine başka kanallar arıyor, varmış gibi. Maviye kız­dığımız için, siyahı bayrak yapıyoruz. Oysa korsanlıkyakışmıyor gerçeğe.

David Riches'ın yayına hazırladığı “Antropolojik Açıdan Şiddetadlı ki­tapta yer alan belirlemelere göre, hayvanları öldürmeyi bir tür yamyamlıksayan Amazon'daki Piarolar, insanları büyü yoluyla öldürmeyi yeğliyorlar. Avustralya'daki yerliler bir yaşama biçimiolarak sık sık meydan kavgasına ka­rışmadan edemiyorlar. Japonya'da aşıkların birlikte ölmesi cinsel doyumunen üst biçimi sayılıyor. Ünlü İspanyol şairi Lorca bile, "İspanya, ölümün ulus bayramı olduğu tek ülkedir" diyerek, boğa güreşinin şiddet içerdiği suçlamasına, “En medeni seyirdiye karşı çıkıyor. Kısacası, uğruna şiddete başvurulmaktan hiç çekinilmeyen "şeref", bütün Akdeniz ülkelerinin ortak özelliği...

Bundan olacak, 'faşizan şiddet'ile 'entellektüel şiddet'kavramlarını son yıllarda iyice birbirine karıştırmaya başladık! Teori mi eriyor, yoksa teoriye zoraki eklemlenmek istenen kanlı parmak izleri mi var, anlamak mümkün değil.

Ne mi yapmalı?...

Eğer gerçekten duyarlığımıza ve vicdanımıza yakıştırabiliyorsak, bu 10 yıllık acı tünelinin biraz daha uzamasına göz yumabiliriz! Öyle ya, neyse o 'değişen koşullar', bir edebiyatçının 10 yıllık acılı dönem karşısında dahi bir tarafın öldürme hakkını mubah görebilmesi, ya da en azından bu vahşeti (üstelik ideolojik açıdan!) olağankarşılaması, pekâlâ mümkün olabiliyor.

Tek bir farkla: Henüz yolcu otobüslerinde, tren istasyonlarında, köy yollarında ya da "halkın yoğun olarak bulunduğu yerlerde" bomba patlatmanın şiirini yazmaya cesaretimiz yok! Onu da, Nihal Atsız'dan, Arif Nihat Asya'dan, kimbilir bu kafayla giderse belki de üç vakte kadar İsmet Özel'den öğreniriz, olur biter!...

 

 

Promete dergisi, Mart-Nisan 1994, Sayı: 19-20

 

 

name="ctl00" method="post" action="Default.aspx?SayfaId=245" id="ctl00">

Cihan Oğuz, 2005-2017

Cihan Oğuz Facebook  Cihan Oğuz Twitter  Cihan Oğuz Instagram

Web Sitesi Tasarımı ve Yönetim Paneli