name="ctl00" method="post" action="Default.aspx?SayfaId=103" id="ctl00">AnasayfaHakkındaKitaplarıRöportajlar
name="ctl00" method="post" action="Default.aspx?SayfaId=103" id="ctl00">

         İsmet Özel, yalnızca yazdıklarıyla değil, yaşadıkla­rıyla da "özgün" bir ad olmayı başarabilmiştir. İsmet Özel şiirinin biçimanlayışı, klâsik tar­zın kurallarından çoğu kez bağımsız, daha da önemlisi, modernist bir yapıya dayanmaktadır. Özel’deki kimlik arayışı, biçimin kendisini göstermesiyle ortak bir pay­daya yönelir. İsmet Özel, söylemek istediğini fısıldayan bir şairdir. Bunun kural ve yöntemleri de, Özel’in sesli şiirinin ulaştığı yankıyla çevrelenir. Hiç umul­mayan bir ayrıntı, kimliğini aramakta olan bir yalnız'ın çığlığını çağrıştırır ansızın. Bu, okur ile şairi ortak bir çizgiye sürükleyen bir tür katalizörişlevi görür. Kendisini anlatırken başkalarında çoğa­lan bir yalnızlığın işaretidir İsmet Özel'in şiiri. Bu ne­denle de, o şiirin tercihini değilse bile sorularını benimseyenler, hayat ile olan ilişkilerini düzenlerken, belki de Türk edebiyatında ilk kez köklübir değişimin iki farklı boyutunu yaşayan bir anlayıştan yararlan­masını bilmişlerdir. İsmet Özel’in Türk şiirine kazandırdığı yenilik sadece farklı bir ses olmayı başarabilmesi değildir; bunu da aşan bir şekilde, kendisiyle tarih önündehesaplaşması ve yenilgilerini açıklayabilecek olgun­luğu göstermesidir de. Bu tutum, kamplara, klanlara ve farklı yerlere kanalize olmuş, edebî kişiliğini de bu sözde örgütlülükte bulabilmiş sanatçıların alı­şık olmadığı bir davranış biçimidir.
       
        Egemen ideolojiye set
       
        Türkiye'de, sanatın ideolojiyi kabaca teşhir etmekiçin icad edilmiş bir "sahne" olabileceği savı yaygınlık kazanmıştır. Bu kanı, zamanla öylesine de­ğişik yönelimlerin manifestosunu oluşturmuştur ki, kaba bir “ideoloji için sanat”görüşü, kendisiyle bile çelişebilecek denli karşıt kuramların sistemleriyle benzeşmeler içermiştir.
         Toplumda kültürel yaşam öbeklerini belirleyen altdengeler (siyaset, gelenekler, yaşam tarzları, farklı ideolojiler) bir anlamda genel toplum yapısı­nın modelini çizmektedir. Genel toplum yapısı, bu açıdan, kültürel bir heterojenleşme sürecinin belirlediği normların etki derecesine bağlı olarak sürekli gel-gitlerin yoğunlaştığı bir ilişkiler bütününe ba­ğımlıdır. Altkültürler ise bu ilişkiler bütününe ge­nelde muhalif bir yapılanma içinde, yüzeysel olarak bütüne bağlı bir parça işlevi görmekle birlikte, ken­di normlarını ve yaşantı tarzlarını oluşturabilmiş özgün öbeklerdir. Dengeli bir görenekleri, somut tarihsellikleri ve homojen içerikte gelenekleri vardır. Kendilerine özgü davranış ve yaşantı tarzları, ancak başka bir kültür öbeğiyle ortak çıkarlar sözkonusu olduğunda görecedeğişir ya da adaptasyona uğrar.
         Türkiye'de altkültürler, büyük oranda, egemen ideolojinin kültür politikası yönünde adapte olmuş ya da kısmen bu politikanın belirlediği normlar çer­çevesinde yozlaşmıştır. Toplumda bir mozaik olmaktan çok, farklı politikaların farklı çıkarlarını barındı­ran altkültürler, özellikle büyük çaptaki toplumsal değişimler karşısında yapısaldeğişime uğramışlardır.

         Kişilikli bir sanat kavgası

         İşte, toplumdaki farklı altkültür gruplarının varlığını, ömrünün iki ayrı döneminde şiirleriyle savunan İsmet Özel, İslâmcı anlayış ile sosyalist kültürün ortakpaydasını, egemen ideolojinin kalıp­larına sığınmamakta bulmuştur. Bu seçim, yanlışları, çelişkileri, tutarsızlıkları ve boğuntuları bir yana, İsmet Özel’in kişilikli bir sanat kavgası verdiğinin kanıtını oluşturmaktadır. İsmet Özel, "ben" diye başladığı her dizesinde, aslında Türk toplumunda farketmeninsızısını du­yan insanın hayat öyküsünü anlatır.
"Halkın Dostları" adlı dergiyi 1970 yılında bir­likte çıkardığı şair Ataol Behramoğlu, İsmet Özel’i, "...Bugüne kadar yazdıklarıyla edebiyatımızın en il­ginç, en seçkin şairlerinden birisi" olarak değerlen­dirmiştir. Bunda, İsmet Özel’in karmaşık ve gizemliyapısı kadar, bu özelliklerini şiire de yansıtması büyük rol oynamıştır. Özel, sosyalist, modernist, İslamcıve hatta nihilistögeler barındıran şiir yapısıyla, bir tür “sentezşair olarak değerlendirilmektedir. Ancak bu, “çelişki” olduğu kadar “bütüncübir bakış açısıdır da. İsmet Özel'in sürekli kimlik arayışı, kendisiyle ve geçmişle hesaplaşması, edebiyat dünyasında eşine az rastlanır bir davranış biçimidir.  
         Bu nedenle, şiirle ilgilenen hemen herkes için ilginç ve izlenir bir şairdir İsmet Özel. İsmet Özel’in şiirine angaje olan asıl tema, kim­liktir. Şiirlerinde sürekli olarak bir kimliğin sorgulanması, eleştirisi, didiklenmesiyer alır. Bu neden­le de, İsmet Özel’in yazdığı her dizede, bir yaşantının kendisiyle olan uzlaşmazlığı belirir. Bir "açık" değildir bu; tersine, kendisine dahi yönelttiği sınırsız eleştiridir. Bunu gerçekleştirirken, yazdıklarının istismaredilmesi olasılığı da ilgilendirmez şairi. Hayat ile olan sorgunun süresi, istismarın boyutundan çok daha kapsamlıdır. İsmet Özel, bu niteliğiyle, yakın dönem Türk şiirinin “örnek”şairidir. Suçlu olmaktan dolayı korkmayan, ancak suçunu kendi yüzüne vurmasını becerebilen bir olgunluktur Özel’inki: "Kar yağarken kirlenen bir şeydi benim yüzüm” ve "Baktım akşam her­kesin kabul ettiği kadar akşamdı/hiçbir meşru yanı kalmamıştı hayatımın" dizelerinde olduğu gibi...

         Nâzım’dan sonraki süvari

         Evet, İsmet Özel, Türk şiirinde Nâzım Hikmet’ten sonraki süvaridir. Hayat karşısındaki pervasızlıkları ve fakat ideolojik esaretleri, dünyayı vücudunun üçte ikisi su dolu bir canlı gibi değil capacanlı yaşama istekleri, kendinden sürgünlükleri ve bütün bir kitleyi kıskandıracak denli çoğul yalnızlıkları, bu iki şairin sadece “benzeş” değil, “ikiz” olduğunu da kanıtlıyor.
Cemil Meriç, Jurnal’in ikinci cildinde, muhtemelen başyapıtlarını okuma fırsatı bulamadığı İsmet Özel için şunları yazmış:
        “Sekinetten çok, meskenete benzeyen bir durgunluk. Sönmüş bir yanardağ mı, herhangi bir kaya parçası mı, bilemiyorum. Ayırıcı vasfı: müeddep olmak. Özel, 12 Mart öncesinin şımartılmış bir şairi, eski bir Marksist. Marksizm'den  İslamiyet’e atlamış. Entelektüel bir tecessüs mü, dar bir dünyadan müphem, hudutları meçhul ufuklara taşmak ihtiyacından mı, bilmiyorum. İbn Haldun konferansımı dinlemek için Ankara'dan İstanbul'a geldi. Kısa sürdü balayımız. Bir miktar sekreterliğimi yaptı. Aliénation üzerine yazıları çıkıyordu. Spekülasyonlarına muhteva kazandırmak için Calvez'yi okuttum. Anlamıyordu. Hayli tercümeler yaptım. Tape edecekti, isteksizliği yüzünden Calvez'yi bıraktık. Belki daha cazip gelir diye Lamennais'yi çıkardım sahneye. İki üç seans dayandı. Aramızda buzlar vardı. Eski şair, mutlak hakikati bulmuştu. Ben, arayış içinde idim. Bununla beraber oldukça müsamahakar davrandı. Yeni Devir'de iki yazısına konu oldum. Sonra, geldiği gibi kayboldu. Hayal kırıklığına mı uğramıştı, bilmiyorum. Siyasal Bilgiler'den Dil-Tarih'in Fransız Filolojisi bölümüne geçen Özel, her iki dünyaya da yabancı kalmıştı. Bir zaman aynı otobüste yolculuk ettik. Tanışmak için ciddi bir emek harcadığımızı söyleyemem. Sonra Yeni Devir'den ayrıldı, üç beş arkadaşı ile Yeryüzü Yayınları’nı kurdular. Şimdi Devlet Konservatuvarı'nda Fransızca hocalığı yapıyormuş. Rimbaud'umuzu nasıl bir istikbal bekliyor, kestiremem. Türkçesi cılız, bodur ve musikisiz. Fransızca'yı ancak tefeül yolu ile sökmektedir. Sol Nazım'a rakip diye alkışladığı Eskişehir'in bu kabiliyetli delikanlısını çoktan unuttu. Sağ, hiçbir zaman benimsemedi. Bu sağır kubbelerde hoş bir seda bırakabilecek mi? Wait and see.”
       Cemil Meriç de anlaşılan en az bizim kadar öngörüsüz çıkmış! “Bekle ve gör” diyor ya, İsmet Özel’in bu sağır kubbelerde hoş bir sedâ bıraktığı su götürmez.
        İsmet Özel’i Nâzım’la anıştıran en önemli gerçek, şiirsel güçlülüğün yanında, mücadele aşkı. İsmet Özel, bugüne dek sürdürdüğü 60 yıllık ömründe, üç ayrı insanın yaşayacağı karmaşık bir hayatı soludu. Soldan İslâmiyet’e geçtiğinde, sol Türkiye’de egemen durumdaydı. Her zamanki gibi -yanlış da olsa- kendi deyimiyle “mazlumun” yanında yer aldı, yâni azınlıkta. Burada tam 26 yıl oyalandı, gazetelerdeki köşe yazılarıyla İslâmcı kesimin etkili kalemlerinden biri oldu. Ve ikinci kez yenildiğini 2003’te bizzat kendisi ilân etti!

        İslâmcı kimlikle dünyaya bakış

        İsmet Özel, arkadaşı  Ataol Behramoğlu'na gönder­diği 21 Eylül 1973 tarihli mektubunda, hayat karşı­sında acıdan çok bulantı duyduğunu, temel sorunların yarattığı çelişkilerden kurtulabilmiş olmadığını, iyimser düşünemediğini, kimseyle görüşmediğini ve kimseyi aramadığını, yeniden kendine kıyma psikozu­na girdiğini yazmaktadır. Ataol Behramoğlu'nun belirttiğine göre, bu tarihten kısa bir sü­re sonra İsmet Özel ideoloji olarak müslümanlığı se­çer ve İslamcı olarak tanınan "Diriliş" dergisinde şiirlerini yayımlamaya başlar.
         İsmet Özel, ken­di şiir anlayışını ortaya koymak amacıyla, 1980 yılında “Şiir Kitabıyayımladı.İsmet Özel, bu tarihten sonra İslâm düşüncesi ışığında, ulusal kimlik konu­sunu sürekli irdeledi. Özellikle, "dengesiz değişme" sürecindeki Türk toplumunda meydana gelen kalıcı aksaklıkları, çelişkileri ve haksızlıkları şiir ve ya­zılarında dile getirmeye çabaladı.
         İsmet Özel'e göre, Türkiye 1950'li yıllarını dünya karanlığından farklı boyutta yaşamıştır. Ülke­nin 1980'li yılları dünyadaki karanlıktan daha koyu algılamasının nedeni de budur. Çünkü, karanlığın nedeni sadece gelir dağılımındaki bozukluk vs. değil­dir; neden, bir ülkenin olduğu kadar, insan tekinin, ailelerin olduğu kadar bütün insanlığın yaşama nede­ninden mahrum kalışı veya yaşama nedeninin insana yakış­mayacak ölçüde tek boyuta, yani ezilmemek için ezmekilkesine indirgenmesidir. Bu da, "ipleri elinde tutanların" suçudur.
         12 Eylül'ü diğer iki askerî müdahaleyle aynı türden sayan Özel, bu dönemle başlayan "süper-liberal" dönemin de bir göz boyamadan ibaret olduğunu savunarak, amacın, İslâm'dan duyulan korkunun ve telâşın giderilmesini sağlayıcı önlemler almak olduğu­nu belirtmiştir. (İrtica Elden Gidiyor, 1989).
         Türkiye'deki İslâmî hareketin antropolojik teme­li bulunduğunu öne süren Özel, antropoloji kelimesi­nin İngilizcedeki anlamı olan "insanın kaderini de içine alan inceleme alanı" şeklindeki tanımı benimse­miştir. Özel'e göre, Türkiye'deki İslâmî hareketin insan haznesi şu kaynaklardan beslenir: 1- Anadolu'­ya göç döneminde Türkmenlerin yerleştiği bölgeler. 2- Doğu Anadolu. 3- Doğu Karadeniz. 4- Rumeli muha­cirleri. Özel, bu sıralamanın nedenini de şöyle açıklamıştır:
     “İslâmî hareketin antropolojik temelinden anlamamız gereken şudur ki, bu harekete güç kazandıran insanlar toplumsal kimliklerini din dolayımından geçmeksizin bulamayan kimselerdir. Bu özelliğiyle İslâmî hareket, üzerinde yaşadığımız toprakların niçin “yurt” olduğunu izah edebilme gücüne sahip yegâne harekettir” (Faydasız Yazılar, 1989)
         Özel, insanları "müslim" ve "gayri müslim" diye ikiye ayırmadan önce, bilgiden güç ve cesaret alanlarile bilgi karşısında telâşa kapılanlar, yani "özgür düşünenler" ve "dogmatikler" diye ayırmanın daha sağ­lıklı olduğu görüşünü savunmaktadır. Dogmatik düşün­cenin arayışı terkettiğini ve kavramlarını dondurdu­ğunu savunan Özel, böylelikle dogmatiklerin her türlü bilgilenmeye kuşkulu bir gözle baktığını, çünkü bunla­rın kesinliği, kavramların yüzeydeki geçerliliğinde bulduklarını gözlemektedir. Özel, İslâm kültürünü benimseyen insanların ise "özgür düşünenler" arasında sayılması gerektiğini vurgulamaktadır:
     "Müslümanları özgür düşünenler arasında saymak en doğru yaklaşımdır. Bunun birinci sebebi Müslümanların bilgiden korkmayan insanlar oluşları. Müslim olmak ancak bilgi ile mümkün. Üstelik bu bilgi en derindeki kesinlikten, yani varlık alanındaki kesinlikten doğmaktadır. Cehalet gayri müslimlerin payına düşer. Diyebiliriz ki cehaletle dogmatik düşünce çoğu zaman birbiriyle örtüşür. Çünkü her ikisinde de sezginin harekete geçirici gücü dışta bırakılmış, eyleyen ve düşünen insanın eylerken ve düşünürken kesinliğini pekiştirmesi yerine kavramların mutlaklaştırılması tercih edilmiştir." (İrtica Elden Gidiyor, 1989)
         İsmet Özel, Türkiye'nin, Müslüman halkın ipleri kendi eline alma sürecine 1950'li yıllarla birlikte girdiğini, bu sürecin de ülkedeki sağ-sol bölünmesinin ve yüzeydeki politik dalgalanmaların ötesinde, sosyo­kültürel dinamiklerhesaba katılarak değerlendirilmesi gerektiğini savunmaktadır. 1950'den bu yana kimlik arayışı içinde olan bireyin, mevcut mekanizma içinde varlığını korumagayreti içine düştüğünü ve değişimin gerek bireyler, gerekse de toplum katmanları açısından gittikçe zorlaştığını belirten Özel, bunda, kültür de­ğişmelerinin hızının artmakta oluşunun ve mekanizmanın muhtaç olduğu insan sayısının çoğalışının büyük rol oynadığını kaydetmektedir. Özel, bu çelişkiyi şöyle değerlendirmektedir:
     "Hızlı kültürel değişmeden daha önemli husus var. Türkiye'de geleneksel yapının devam etmeyişi sıradan insanların görece özerk iktisadî imkânları ellerinde tutmalarına imkân veriyor. Bir bakıma bu bir karşı kültürel değişmeyi getiriyor. Dün sadece korunma amacıyla alınan tedbirler, bugün yaşama alanını genişletme tedbirleri haline dönüşebiliyor. Sıradan insanlar daha geniş yapabilirlik gücüne eriştiklerinde bir tercihle yüzyüze kalıyorlar: Ya yürürlükteki normların hazır kalıplarını benimseyeçekler veya kendi getirdikleri normlarla yeni kalıplar oluşturacaklar. Bu bakımdan Türkiye'de yaşayanlar bir bölünmeye uğramış durumda şimdiden. Hazır kalıpları eleştirmeksizin benimseyenler dünün yönetilenler zümresine eklemlenme sürecine giriyorlar. Ve fakat hazır kalıpları eleştirip kendi normlarına uygun kalıplar üretmeye çalışanlar yönetilemeyenler olarak kalıyorlar. Bu yönetilemeyenlerin büyük bir kısmını müslümanlar oluşturuyor." (İsmet Özel’in Cuma Mektupları-1, 1990)
         1970'li yıllarda bağlandığı sosyalist düşünceden ayrılarak, müslüman dünya görüşüne katılan Özel, bu değişimin öyküsünü anlattığı "Waldo, Sen Neden Burada Değilsin?" adlı kitabının hemen hemen tamamında, bir kimlik arayışı sorunsalını irdelemekte; kendi deyimiy­le, "Komünist, Müslüman ve Şair" niteliklerinin hayat ile olan doğrudan ve karşılıklı ilişkisini sorgulamak­tadır. "Kendi masalım" dediği hayat öyküsünün, Sosya­lizm ve İslâmiyet'in Türkiye için taşıdığı anlamı il­giye değer bulanlar için önemli bir mesaj olarak algılanması gerektiğini de vurgulayan Özel, kimlik arayışı­nın izini şöyle sürmektedir:
     "Kim olduğumuz sorusuna cevap ararken aklımız hep kim olacağımız sorusuyla karışıyor. Kim olacağımızı düşündüğümüzde ise kim olmak istediğimiz sorusu peşimizi koyvermiyor. Gerçekte, kim olduğumuzu öğrenme süreci içinde bile kimliğimiz yeniden oluşuyor. Sanki Werner Heisenberg'in belirsizlik ilkesine tabi olmuş gibiyiz. Nerede olduğumuzu öğrenmeye çalışırken, nereye gittiğimizin bilgisi elimizden kaçıyor, nereye gittiğimizi bilme gayretine kendimizi kaptırırsak nerede olduğumuzu unutma tehlikesine uğruyoruz. Ama bütün bu belirsizlik içinde karartılamayacak, önemi azaltılamayacak, vazgeçilemeyecek bir kalkış noktamız var: Bizler hepimiz birer ürünüz. Hepimiz husule geldik, hepimiz oğullar ve kızlarız."
        İsmet Özel, hayatı kavramanın ve toplum içinde bir kimliğe sahip olmanın sürekli bir arayışiçerdiğini belirterek, bunu da ancak "sahip çıkmasını bilen" ve "düşünebilen" bireylerin başarabileceğini vurgulamış­tır. İslâm düşüncesine bağlanmasına rağmen, dinin "katı" kurallarını kimi kez hiçe sayacak ölçüde sürdü­rür arayışını Özel. Sosyalist düşünceden müslüman dün­ya görüşüne geçiş serüvenini anlattığı kitabını ise intihar eden birkaç arkadaşına ve paranoyadan, şizof­reniden mustarip birçok arkadaşına ithaf eder. Çünkü onlar, çağımızın (belki de bütün çağların) belâsını en yakından görecek noktaya yaklaşmışlardır. Bu teh­likeli noktadan salim bir bölgeye adım atmaya yelten­miş, ancak tekinsiz hareketleri yüzünden meşum bir darbeyle devrilmişlerdir. Özel, kendisinin bu durumdan kurtuluşunu ise şöyle anlatmaktadır:
     "Onlara isabet eden yıldırım bana çarpmadıysa, bunu önce şiir binasının saçağı altına sıçrayacak ataklığı göstermiş olmama ve sonra siyasî anlamda bir bağlanmanın hayat içindeki karşılığını arama çabasına borçlu olduğuma inanıyorum. Şiir ve siyaset bana verilen tekinlikti.
     (...) Hemen bildirmem gerekir ki, size sistematik bir temellendirme sunacak değilim. Böyle birşey yapmayı hem istemiyorum, çünkü yaparsam dile getirme gereğini duyduğum hususlarda kesip biçmeler, eğip bükmeler, kırpmalar ve eklemeler yapmak zorunda kalacağımı görüyorum; hem de sistematik bir temellendirme için elverişli yöntemi henüz ele geçirdiğimi sanmıyorum. Burada, oluşmakta bulunan bir zihniyetin hikâyesini, bu oluşumdan en çok ve doğrudan doğruya etkilenen birinin kaleminden okuyacaksınız. 0 halde önünüze karmakarışık bir yığın bırakıyorum. Doğrusu onu orada ben de öyle bulmuştum."
         Bu "içten" itiraf, İsmet Özel'in kimlik arayışın­daki özgünlüğünü de göstermektedir. Burada belirtilen, değişimin izleri ile varolan değerlerin karşılaştırıl­ması ya da çatışmasından başka bir şey değildir. Özel'in bu belirlemesinde, kimlik sorununun karmaşıklığının yanı sıra, farklı kültürel yapılanmaların içiçe girebilme özelliğine de işaret edilmektedir.
Sonradan sahip olduğu müslüman dünya görüşü için­de yer alan insanların, varlıklarına ve geçmişlerine sahip çıkan bireyler olduğunu belirten Özel, Türkiye'­nin de müslüman toplumlar arasında dünya sisteminin en acı tecrübelerini yaşamaya mahkûm kılınmış tek ül­ke olduğunu savunmuştur.   
         Özel'e göre, bugüne kadar Türkiye kendine dayatılan kültürel yapıyı özündeki dinamizmi telef etmeden yüklenmiştir. Özel, Türkiye'­de yaşayan insanlar içinde yalnızca müslümanların, za­lim olmamanın ve zalimlerin maşası haline gelmemenin değerini bilinçle kavramış olduğunu ileri sürmekte, müslüman­ların bu tavrının Türkiye'de yaşayan çoğunluğun tavrı haline dönüştüğü gün ise dünyanın insanlık tarihinde yeni bir çağın başladığını farkedebileceğini belirtmektedir.
         İsmet Özel, Türk insanının bağımsızlığın değeri hakkında derin bir bilince sahip olduğunu, aynı zaman­da da parçalanmadan yaşayabilme dirayeti gösterdiği­ni vurgulamıştır. Türkiye'de müslüman olmanın, tarih görüşü, sosyal yaklaşımı, siyasî tutumu, kültürel tercihleriyle çerçevesi çizilebilir bir kimlik belir­tisiolduğunu kaydeden Özel, bu kültürün karşılaştığı güçlükleri de şöyle sıralamaktadır:
     "Türkiye, kültürel değerlerini müslümanlığa bağımlı olarak geliştirip yerleştirilmiş bir ülkede yapılan zorakî kültürel aşının iflâs ettiğini göstermesi bakımından da biriciktir. Türkiye, laik bir milliyetçilik anlayışının bile toplum içinde kendine yer bulamayışının, frenk özentisi kültür züppelerinin iflâsını yaşamış ve yaşamakta bulunan bir ülke olması bakımından, halkı müslüman ülkeler arasında benzersizdir. Bugün Türkiye'de İslâmî eğilimler ve özlemler, yasa gücü ve basın despotizmiyle gündem dışı tutulmak isteniyor. Eğitim kurumlarında ve resmî kuruluşlarda sinsi bir baskı mekanizması bütün müslümanca tavırları baskı altına alma, gözden uzak tutma çabası içinde.  
     Elbette benzeri baskılar sömürge dönemini yaşamış diğer müslüman ülkelerde de var ve üstelik Türkiye'de olduğundan çok daha sert. Ancak sömürge döneminden geçmiş ve halen sömürgecinin vekilleri tarafından yönetilen ülkelerde kolayca iki tip müslümanlığın birini diğerinden ayırmak mümkün. Bunlardan biri ehlileştirilmiş müslümanlıktır ki, hem sömürge vekillerini, hem de onların itaatkâr bendelerini içine alır. Diğeri ise militan İslâmdır ki bu yolda faaliyet gösterenler kendi kabul edilebilir yanlarını topluma gösterebilmek için sömürgecilerin destekledikleri tipte müslüman olmadıklarını belli bir usulle vurgulamak ihtiyacındadırlar." (Faydasız Yazılar, 1989)
         İsmet Özel, Türkiye'de müslüman olmak ve İslâm'ı seçmenin açık seçik bir olgu ve anlaşılır bir tavırol­duğunu ifade ederek, bunu sağlayan olguyu da, ülkenin sosyal hayatta İslâm dışı zorlamalarıyaşamış olması şeklindegörmektedir. Özel, bu zorlamaları görmediği halde İs­lâm dışı güçlerin elinde kalmış sömürge ülkelerde ise İslâmî tercih yapmanın farkedilebilir sınırlarının bulunmadığını kaydetmektedir. Bu nedenle de, "...Faslı veya Mısırlı bir komünistin âyet ve hadis zikrede­rek kendi niyetlerini empoze etmesi bilinen vakıalardan sayılmaktadır. Türkiye'de ise müslüman olduğunu dekla­re eden herkes belli bir siyasî pozisyonu da belirgin kılmış olmaktadır." (Zor Zamanda Konuşmak, 1986)
         İslâmî hareketin, ulusun kimlik konusundaki ıs­rarı ile devletin kendi kimliğini ulusla özdeş kılıp kılmama konusundaki kararı arasındaki dengede bir hedefe varabileceğini ifade eden Özel, "bağımsızlık" ilkesi gözardı edilerek düzenlenen devlet politikala­rının ise bu dengeyi devlet lehine, ancak ulus aley­hineçevirdiğini savunmaktadır (Bakanlar ve Görenler, 1986).
         Bu arayış, İsmet Özel'in dar bir çerçeve içine düşüncelerini hapsetme sonucuna yol açsa da, Özel bu­nu "dünya sistemi" içinde varlığını koruyabilme savu­nusuolarak değerlendirmekte; müslümanların da sa­hip bulundukları değerleri bağımsızlıklarından ödün vermeden kontrol altında tutmaları gerektiğini düşün­mektedir (Üç Mesele, 1978).
         İsmet Özel, bağımsız bir ülkenin, bağımsızlığı uluslararası ilkelerle teminata bağlanmış ülke olma­dığını, bir ülkeyi bağımsız kılanın da gerektiğinde hiçbir uluslararası taahhüdün yerini tutamayacağı kozları oynama gücünü elinde bulundurması olduğunu savunmuştur. Bu doğrultuda, Batı dünyası ile olan organik bağlar, Türkiye'nin ulusal kimlik sorununu açığa çıkarmaktadır.

         İsmet Özel’de tarihle hesaplaşma

         İsmet Özel'in şiir serüveninde, tarihle olan hesaplaşmasının rolünü de gözardı etmemek gerekir. Burada sözü edilen, Özel'in kendi kişisel tarihiol­duğu kadar, kendisi dışında kalan genel anlamdaki tarihsel olaylardır da. Bu hesaplaşma tutkusudur ki, İsmet Özel'in ‘radikal’anlamdaki düşünce sıçrayışına yol açmıştır. Özel bunu, "...Politik bağlanmışlığımı çok derinlerde ve sağlam bir şekilde muhafaza edebil­mek ısrarı yüzünden politikanın günlük tezahürlerin­den uzak durmuştum. Tuhaf gerçekten, bağlanma var, bağ­lanılan yer yok" diye açıklamıştır (Taşları Yemek Yasak, 1988).
         Özel, gençlik kesimini bu noktada "değişken ka­rakterli" olarak nitelendirerek, bu kesimi "düstursuz kalmaya mahkûm olduğu kadar, destursuz eylemle­rin taşıyıcısı olmaya teşnedir" sözleriyle değerlen­dirmiştir. Bir zamanlar içinde yer aldığı tarihsel olaylar ise artık hesaplaşmanın nesneleridir:
     "1960 sonrasında öğrencilerin, gençliğin, öğrencilik özelliklerini üzerinde fazlasıyla taşıyan aydın gruplarının siyasi arenada ağırlıklarının artmasıyla bir siyasi yozlaşma yaşanmıştır. Bu yozlaşma ilk bakışta belirgin bir 'parlaklık' göstermiş olsa bile, sonuçları bakımından Türkiye'nin öncekinden daha koyu bir karanlık içine gömülmesini kolaylaştıran bir dalgalanmadan başka bir şey değildi. Böyle gelişmelerin doğacağının kehaneti olmaksızın, benim zihnimde o yıllarda bile aslî, köklü, gerçek olana yönelme sanki bir sabit fikir gibi çakılmıştı." (Taşları Yemek Yasak, 1988)
  
         Özel, tam da bu noktada, şiir ile toplumsal olay­lar arasındaki bağı yakalama uğraşına kalkışmıştır. Ancak, şiiri estetik değeri bakımından toplum olayla­rının üstünde, bir eğitim olayının aşkınbirimi say­dığını; buna karşılık, toplum olaylarına bakarken iş­lekliğinden yararlanılabilecek özsuyun da şiirde bulunduğunu kabul etmektedir. Bu ikilem, zamanla Özel'de karmaşık duygular yaratır:
     "...Sosyalist gerçekçilik yaftası altında hiçbir derinliği olmayan "truism"i terennüm edenler veya burjuva "obscurantism"ini şiirdir diye ortaya sürenler; marazî iktidar heveslerini sosyalistlik kıyafetine büründürmeye çalışanlar, her yaptıklarını Allah karşısında yaptıklarını bilmeyenlerdi. Bunlar arasında en iyileri fiillerini tarihin yargısına bırakanlardı ki bana göre tarih de bugün nasıl tasavvurlarımızdan etkilenerek tanımlanan bir şeyse, yarın da öyle olacaktı. Dolayısıyla tarih önünde hesap verme duygusu köklü, aslî. gerçek olamazdı. Her şeyi gören, bilen, kendimizi kandırsak bile O'nu kandıramayacağımızı kavradığımız Allah önünde işlerimizi gördüğümüzü hesaba katmaktan daha sağlam bir yol tutamazdık. Başkalarını oyuna getirmek suretiyle başarılan, başkalarının oyuna geldiği varsayılarak kurulan her iş, özünde peşin bir çürüme barındırıyordu." (Taşları Yemek Yasak, 1988)
         İsmet Özel, bu gerçeği en iyi ve en kolay şiir alanında anladığını belirterek, şair olarak, istese başkalarının zevk düzeyini, bilinç düzeyini, bilgi­lenme imkânlarını veri kabul ederek bir şeyler yazabileceğini veya "sözün akrobasisini"  yapabileceğini ifâde eder. Özel, politik arenada sadık ve doğru çiz­giyi takip etmenin sonucunun şiirden de verimsiz oldu­ğunu kaydederek, insanların günübirlik çıkarlarıyla çok kolay avutulduklarını ileri sürer:
     "Çürüksüz, çürütücü olmayan ve insanların eksilmeyen bir yararı sürekli olarak elde edebilecekleri işlere bağlanmak, insanın içinde her türlü dalgalanmadan etkilenmeyecek bir mutlak bulunduğu inancını taşımasıyla mümkün.
     Başkaları neyse ama ben kendi çabamı bir aldatmaca uğruna harcamamalıydım. Şiirde de, politik yönelişlerinde de sahicilik arayışı, doğrudan doğruya nihaî gerçekliğin teminatı olmakla her şeyin üstünde yer tutan (ödüllendiren, cezalandıran değil) Allah'ın varlığından güç alıyordu. Bu inanç bir bakıma İslâm öncesi Arapların "deus otiosus"una inanmak gibi bir şeydi." (Taşları Yemek Yasak, 1988)
         Özel, 12 Mart 1971 müdahalesiyle gelen yeni döne­min, acılar pahasına da olsa, kendi düşünme merdivenin­de yükselmesine yardımcı olabilecek bir ortamı sağla­dığını belirtir. Özel, tarihle hesaplaşmasının sonu­cunda vardığı o uç noktayı şöyle itiraf etmektedir:
     "Basit gibi görünen, ama insan hayatında çok önemli yer tutan bir noktayı vurgularsam, masalımın içinde neden müslüman kelimesinin yer aldığını açıklamam mümkün olacak. Basit ama önemli nokta: İnziva. 12 Mart 1971 sonrası sosyal hayattan el etek çekmemi sağlamadı, ama birlikte bazı işler başardığımız, dünyayı tanımada yardımlaştığımız, birbirimizin dilinden anladığımıza inandığımız arkadaşlarımin hemen hepsi uzağımdaydı. Bense hep düşünüyor, düşünmenin gücüne varmaya çabalıyordum. Bu düşüncelerim neyi, nasıl, niçin yaptığımla doğrudan ilişkiliydi. Bana kişilik kazandırmış bulunan değerler nelerdi? Bu değerler kendi başlarına ayakta kalabilirler miydi? Bu değerleri bana yakın kılan daha temel değerler var mıydı? Neyi, hangi insanlarla yapıyordum? Benim sahip olduğum değerlerle bu insanların bir ilişkisi var mıydı? Bunların yoksa, bunlarla ilişkili olan başka insanların var mıydı?" (Taşları Yemek Yasak, 1988)
         Ancak İsmet Özel, bu seçiminde 12 Mart 1971 müda­halesinin resmî terörünün doğrudan rol oynamadığını belirterek, "Doğulu despotik bir toplum olma özellikle­rimizi gözden saklamak için çok usta bir illizyonist olmak gerek. Türkiye'de yaşayan herkes resmî otorite­nin korunmasız, sıradan, atomize bireyler karşısındaki tavrı yüzünden korkuya kapılmakta mazurdur" der (Taşları Yemek Yasak, 1988).
         Bu iddiasını daha da ileri götürerek, seçtiği yeni kimliğin nedenini şöyle açıklar:
     "Allah'a hamdederim ki 12 Mart sonrasında hiçbir şiddet ve yıldırma hareketiyle yüzyüze gelmedim. Eğer böyle olsaydı belki gururum beni yanlış olduğunu bile bile belli bir tutumda kalmaya icbar edebilirdi. Zayıf yaratıklarız. Kendimize yediremediğimiz davranış tarzları oluyor. Nitekim, benim kendimi müslüman saymamla, müslüman olduğumu dışa vurmam arasında belli bir zaman aralığı vardır. Herkesin solcu düşüncelerini rahatlıkla ifade edip savunabildiği bir ortam Türkiye'ye dönene kadar, müslümanlığımı kendimden başkasına itiraf edemedim."

         İsmet Özel’de İslâmcı bakış açısı

         Özel, tarihle hesaplaşmasından sonra ulaştığı noktada, özellikle müslüman olduktan itibaren, kendi­sini bildi bileli içinde bulunduğu yalnızlıktan kur­tulduğunu belirtmektedir. Özel, yalnızlığı modern (çağcıl) bir duygu olarak nitelendirerek, bu duygunun insanın kaçınılmaz bir süreç sonucunda sürüklendiği ve dış koşulların dayattığı "tek başınalık"tan, "bir kişi kalmak"tan, "kimsesizlik"ten, "gariplik"ten çok farklı bir şey olduğunu savunur:
     "Yalnızlık ancak adına bazen Batı Medeniyeti denilen, burjuva hükümranlığı altında bulunan ortamın ürünü olan insanda, "yeni insanda" kök salabilir. Kapitalizm boyunduruğunu gerek bilinçsizliği yüzünden, gerekse çaresizlik içinde kabullenmiş yeni insan, yalnızlığı imal etmiştir. Zehirli bir gıdadır yalnızlık, ama insanı öldüreceğine, ölümün hissedilmesini, ölüm karşısında olunduğunu önlemekle görevini yerine getirir.
     Benim için şiire emek verme ve politik bağlanmayı değerli sayma doğrudan doğruya sahicilik arayışlarıma destek olan iki çaba olarak anlam kazandı. Yalnızlığı bir uyuşmazlık olarak yaşadım ve uyum sağlama gayretlerim bendeki yalnızlık kabuğunun birinci katını kaldırdı. İkinci aşamada kültürden bağımsız bir değişme yaşadım. Buna yaratılmış olmayı kavrama diyorum. Şahsiyetimi, kimliğimi kültüre borçluyum, ama mevcudiyetimi, varlığımı, uzay/zaman içindeki ne'liğimi borçlu olduğum ve benim kişiliğimden de, kimliğimden de bağımsız bir "O" var. Hû..." (Taşları Yemek Yasak, 1988)
         İsmet Özel, yaratılmış olmayı kavradıktan sonra yalnızlığın kendisi için çok uzak ve uzaklaşan bir duygu olduğunu, çünkü yaratılmış olmayı kavramanın, Yaratan'ın iradesine sürekli duyarlı kalmayı getirdi­ğini belirtmektedir. Bu da, sürekli bir yaratılmanın olduğu evrende yalnızlık duygusundan arınmayı gerek­tirmektedir.
         Bu yalnızlık tanımı, çağın kimlik arayışındaki insan tipolojisinin de bir tür çerçevesi özelliğini taşımaktadır. Sorunlu toplumların değişme basamakların­da yer alan bireyler, şu ya da bu şekilde kendilerine yeni bir çizgi oluşturma gayreti içine girmektedirler. Bu, değişimin "cazibesinden" öte, yeniliğe uyarlanma sorunuyla ilişkilidir. Kaldı ki, modernleşme sancısını yeni yeni duymaya başlayan toplumlarda, değişimin hızı karşısında bocalayan ya da boşluğa düşen bireylerin varlığını da olağan kabul etmek gerekir. Burada önem­li olan, değişimin yönünden çok, toplumun bundan ne ölçüde etkilendiğidir. Değişimin yönü, kimi kez otoriteye dayalı bir sürecin ilk basamağını oluştu­rabilir; aslolan ise toplumun bu değişim karşısın­daki tepkisi ve tavrıdır. Sonucu henüz belirlenmemiş toplumsal maceraların yarattığı "yalnızlık duygusu" tam da bu noktada etkisini gösterir. Ani sıçrayış­lar yaşayan bir toplumsal ortamda bireylerin davra­nışı da çoğu kez bunun tersidir. Bir başka tanımla, bireylerin değişim karşısındaki tavrı, değişimin hı­zıyla ters orantılıdır. Bu da, henüz demokratikleşememiş bir toplumsal/kültürel yapının varlığına işa­ret eder.
         İsmet Özel, işte bu yapının bağrından çıkmış bir şair ve yazardır, dolayısıyla, mevcut çelişkile­rin etkisinden payını alması da kaçınılmazdır. Sözkonusu çelişki, Türkiye'nin kültürel panoramasında yer alan tüm kişiler ve birimler için de geçerlidir. Bu çelişki zinciri ya da karmaşa bütünü ise belki de kültürel zenginliğin değişik bir ifâdesi olarak bile düşünülebilir.
         Özel, "din olgusu"nun sosyal hayattan, siyasî rejimden, iktisadî işleyişten bağımsız bir anlayış olamayacağını belirterek, bu tür bir görüşün de İs­lâm'a yabancı kalacağını vurgulamaktadır. İçinde ya­şadığımız medeniyetin din kelimesine bu medeniyet oluşumu içinde bir anlam yüklediğini savunan Özel, bunu şöyle açıklamaktadır:
     "Medeniyet yayıldıkça ve hakimiyetini başka kültürler, başka ülkeler üzerinde hissettirdikçe din kelimesinin yaygınlığı medeniyetin bu kelimeye yüklediği anlam çerçevesinde artmıştır. Türkiye'nin yönetimine hakim olan devlet adamları da batılılaşma sürecine girildiğinden bu yana din kelimesine medeniyetin verdiği anlamı geçerli saymış, anlam bakımından medeniyete iltihak etmiş, daha doğrusu böyle bir anlama iltihak edilmesini karar altına almışlardır. Bu kararın uygulamaya konulması en az ikiyüz yıldır yaşadığımız bir vakıadır ve elinde askerî, ideolojik, ekonomik gücü tutanlarca günümüze kadar fasılasız devam etmiştir, etmektedir." (İrtica Elden Gidiyor, 1989)
         İsmet Özel, kapitalizm öncesi İbranî-Hıristiyan âlemde bile bir insanın davranış biçiminin dinle ve o dinin ortaya çıkardığı kültürel çevreyle doğrudan ilişkisi bulunduğunu kaydederek, dinin sadece her ferdin inanç olarak içine sakladığı bir vicdan mese­lesi olmakla sınırlı kalmadığını belirtmektedir. Özel'e göre, din gerçeğini çalışma hayatından, dev­let idaresinden ve eğitimden, eğlenceden ayırmak, bağımsızlaştırmak, kapitalist medeniyetin ortaya çı­kardığı bir sonuçtur. Bu doğrultuda, günümüzdeki ka­pitalist hükümranlık altındaki din anlayışı haham kültüründenve ruhban düzenindenbariz izler taşır. Aynı nedenden ötürü de, günümüze kadar uzanan laik kültür çeşitli yönleriyle hiçbir ilâhi mesnedi olma­dığı halde din-benzeri karakteriyle göze çarpar (İrtica Elden Gidiyor, 1989).
         Din kelimesinin etimolojik kökenini de irdeleyen İsmet Özel, Batılı (kapitalist) anlamıyla din (religion) kelimesinin anlam yükünü Avrupa'daki gelişmele­re borçlu olduğunu, ama sözkonusu gelişmelerin de religionkelimesinin zihinlerde uyandırdığı yankıyla doğrudan bağlantılı bulunduğunu savunmaktadır:
     "Religion (din) kelimesi bir yoruma göre Latince religare mastarından türemiştir. Demek ki bu kelimeyle iki şeyi birbirine bağlamak, bağımlı kılmak ifade edilmek istenir. Religatio: bağlama eylemi, iliştirmek demek. Bir diğer yoruma göre religion kelimesinin türediği mastar religere ya da relegere'dir. Bu da toplamak, toparlanmak anlamına geliyor. Latince'de religio denildi mi, görevlerini yerine getirmedeki titizlik, bağımlılık, vicdan dile getirilmek istenir.  
     Batıda teşekkül eden din anlayışı bir şümulü değil, bir tazammunu öne almakla daha sonraki gelişmeleri hazırlamış, dinin hayattan kopmasını kolaylaştırmıştır. Bu kadarla da kalmamış, din kelimesi ile suç kelimesi batılı anlayış içinde birlikte anılabilen sözler haline gelmiştir. Eğer Latince (yasaktır) demek istiyorsanız, religio est veya religiossum est demek zorundasınız." (İrtica Elden Gidiyor, 1989)

         İslâm toplumlarında gelişme

         Tüm bunlar da gösteriyor ki, İsmet Özel İslâ­miyet'i bir medeniyet olmaktan öte, bir yaşama biçi­miolarak görmektedir. Bu değerlendirme, daha baş­tan, tarihle hesaplaşmasını zorunlu kılmaktadır. Din olgusunun bir ekonomik işleyiş biçimi, kültürel süreç ya da siyasal alan olarak algılanmasının man­tığının altında da doğal olarak bilimden kopmaiçgüdüsü yer almaktadır.   
     Bu tercih,lâik anlayışın uzağında kalmakla birlikte, aynı zamanda da Özel'in çok eleştirdiği haham-ruhban bakış tarzına denk düş­mektedir. Nitekim, 21. yüzyılda, ithal savaş araçları dışında hiçbir yeniliğe sahip olmayan bir İslâm dünyası ile karşı karşıya kalmaktayız. Elbet­te, olumsuz örneklerin gelecek için ve asıl teori açısından bir eleştiri konusu olamayacağı da ileri sürülebilir. Ancak, dinsel anlamda bir toplum ve ha­yat biçiminin bizatihi kendi mantığı ve kurgusu bir yığın çelişki içermektedir. Dinlerin fonksiyonel açıdan toplumlara getireceği yarar başkadır, toplum­ların değişimine katkı sağlama iddiası başkadır. Bel­ki de bu yüzdendir ki, inanmış insanların duydukları “iç rahatlığını” hiçbir İslâm toplumu ekonomik-sosyal-siyasal anlamda yaşayamamıştır. Petrol zengini ülke­ler ise -kişisel dolar milyarderlerini saymazsanız- kendi başlarına hiçbir özgün kültür yapısı oluşturamamış­lar; bağımsızlığı ne siyasal ne de toplumsal anlamda yakalayabilmişlerdir.
         Tüm bu savlara, İslâm'ın (ya da diğer dinlerin) aslî amaçları öne sürülerek karşı çıkılabilir. Bu, çok daha karmaşık, ilginç sonuç ve gözlemlerin orta­ya çıkmasına neden olabilir ancak. Tartışmanın boyutu ise sınırsız hâle gelir. Bilim ile din olgula­rının yan yana ele alınması, ya bilimin ne ölçüde eksik değerlendirildiği konusunda kuşku yaratır, ya da dine yüklenen misyona hangi oranda sahip çıkıldığını gösterir. Elbette bilimin de kendine özgü dogmaları vardır; ama bunlar gerçeği elde etmenin sınırlandırılmış basamaklarıdır. Eleştirilme, denen­me, kıyaslanma ve karşı tezlerle kuşatılma türünden yaptırımlar, bilimin demokratikbir ortamda geliş­mesine yardımcı olurlar. Bilimsel bilginin elde edil­mesi aşamasındaki titiz çabaların varlığı, gerçeğin her zaman değişken olabileceği varsayımından hareket­le önem taşımaktadır. Din ise bu derece kuşkuyu (do­ğası gereği) kaldıramayacak özelliktedir. Bilimin kabul ettiği dünya "doğa ve insan çabalarının ürü­nü" iken, dinlerin kabul ettiği dünya ise "yaratılmış ve kaderi önceden belirlenmiş" bir nitelik taşır. Bu iki çelişkinin bir ortam buluşmanoktası bugüne kadar keşfedilmemiştir. Her ne kadar sosyal bilimlerin birçok özelliği dinsel uğraşların etkinlik alanıyla ortak paydalar taşısa da, sonuçta bilim ile din amaç­ları ve yöntemleriaçısından ayrılmak durumundadır­lar. "Laiklik" olgusu da asıl bu noktada varlığını duyurur. Bilimin temel ilkesi, kendisini -yarattığı dogmalar da dahil- her türlü klişedenuzak tutmak­tır. Bilimsel yöntemin kendi dogmalarından kurtula­bilmesi mümkündür. Çünkü bilimsel yaşam bunu eleye­bilecek yetkinliğe ulaşmıştır; ama dinin kendisini sınırlayan katı kurallardan kurtulma şansı yoktur, çünkü bizzat kendisi bir kurallar sistemidir.   

         İki farklı İsmet Özel

         Şiirlerdeki İsmet Özel ile yazılardaki şair arasında belirgin bir fark açıkça göze çarpıyor. İsmet Özel, şiirlerinde -Allah dışında- hiçbir otorite, baskı unsuru ve erk tanımıyor. Dizelere hâkim olan atmosfer, öznesi “Türkiye” olan bir sesin kuşatılmış yalnızlığını ve rafine öfkesini yansıtıyor.
Yazılarında ve hele son dönem kendisiyle yapılan röportajlardaysa apayrı bir İsmet Özel var. Mağrur, kibirli, alçakgönüllülüğü “alçaklık” olarak gören ve acımasızlığı had safhaya ulaşmış bir düşünür.
          Halbuki bu özelliklerini, mağdur ve mazlumlara karşı değil, tıpkı şiirlerinde olduğu gibi egemenlere karşı göstermesini beklerdik. Na fayda! Gerçek Hayat dergisine verdiği mülâkatta, “...Ben öteden beri diyorum ki, Türkiye’de bir sonuç elde edilecekse, Kürtler asimile edilecek, Aleviler sünnileşecek. Bu konuda öyle dolaylı bir ifâdeyle ya da başka bir yol aranarak bir yere varılması mümkün değil. Türkiye bir şey olacaksa, böyle olur” diyor.
         Alın size Bush’un Evanjalist tumumundan Türkçe bir versiyon!  
         Amerikan Başkanı Bush da Irak ve Afganistan’ı “özgürlük” getirmek için işgal etti ya, biz de Kürtleri ve Alevileri aynı şekilde hizaya getiririz!
İsmet Özel durmuyor ve otoriteyi iyiden iyiye savunan şu sözleri sarfediyor:
     “Sünnilik, Yıldırım Beyazıt’tan beri esas unsur olmanın bir alametidir. Yani kenarda kalmamanın. Devletin belirlediği yapının esas taşı olmanın bir işaretidir Sünnilik. Alevilik aslında doğrudan doğruya bir kalıntı, bir ilkelliktir. Henüz Sünni olamadığı için Alevi.”       
         Eminim İsmet Özel’in bu “dahiyane” fikirlerine kargalar kıçıyla gülüyordur! Alevilik ilkellikmiş! İsmet Özel’in sosyolojiden ne kadar bihaber olduğu bir kez daha açığa çıkıyor. Türkiye’de en okumuş, en aydın, en uygar ama aynı zamanda en muhalif insanların çoğunlukla Alevilerden çıktığını görmemek için ya kör olmak lâzım ya da İsmet Özel. Ayrıca, İsmet Özel belki gözlerini bürüyen siyasî katarakt nedeniyle bir adım ötesini göremiyordur diye hatırlatayım: Türkiye’de Aleviler kadar sabırlı hiçbir unsur yoktur. Yoksa, Sivas’ta 2 Temmuz 1993 tarihinde meydana gelen katliamın bir benzeri -Allah muhafaza- camiden çıkan bir cemaate yönelik gerçekleşseydi, Türkiye hâlâ iç savaşla uğraşıyor olurdu.

         Nâzım’la benzeşen yanları

         İsmet Özel-Nâzım Hikmet benzerliğindeki en önemli gösterge, ikisinin de bazen hayata karşı “hoyratça” davranışları. Nâzım’ın bu konudaki dahli biliniyor. O dönemin koşulları içinde büyük şairin özel yaşamında yaptığı ve büyük bölümü de pek çok insanın hayatının altüst olmasına neden olan yanlışların dökümünü tek tek çıkarmak anlamsız.
         Ama kısa bir fikir vermek için hatırlamak gerekirse, özetlemek mümkün: Nâzım Hikmet'in en güzel aşk şiirlerini yazdığı, en uzun süre evli kaldığı kadın Piraye. Nâzım ile Piraye, genç kadın eşinden henüz boşandığı sırada tanıştılar. Sanat eleştirmeni Vedat Örfi ile 16 yaşındayken evlenen Piraye'nin iki çocuğu vardı. Bunlardan biri, eleştirmen Memet Fuat Bengü’ydü. Nâzım, Piraye'yi çok sevdi. Ancak evlilik yaşamlarının 13 yılı boyunca Nâzım cezaevindeydi. 1951 yılında Nazım ile Piraye'nin evliliği sona erdi. Nâzım'ın Piraye'den sonraki eşi ise Münevver oldu. Nâzım aynı zamanda dayısının kızı ve ressam Nurullah Berk'in eşi olan Münevver'e aşık oldu. Münevver, kızı Renan'ı bırakmak istemediği için Nâzım'ın aşkına karşılık vermeye çekindi. Nâzım'ın afla cezaevinden çıkmasından sonra evlendiler. Nazım Hikmet'in tek çocuğu Mehmet Nâzım, Münevver'den doğdu. Ancak şair, oğlu henüz 3 aylıkken kaçtı. 1961'de Münevver, İtalyan yazar Joyce Lussu'nun yardımıyla Varşova'ya Nazım'ı görmeye gitti. Ama Nâzım o sırada Vera ile evliydi. Münevver ve Nâzım'ın oğlu Mehmet Nâzım, ressam ve Fransa'da yaşıyor. Nâzım, Türkiye'den kaçtıktan sonra doktor Galina Grigoryevna Kolesnikova ile evlendi. Galina, Nâzım'ın hem sevgilisi, hem de doktoruydu. Nâzım'ın hiç şiir yazmadığı tek kadındı Galina.
         Nâzım Hikmet, son eşi Vera Tulyakova ile 1956'da, genç kadın henüz 24 yaşındayken tanıştı. Dört yıl sonra evlendiler. Nâzım ölünceye kadar Vera ile evli kaldı.
         Bu arada opera sanatçısı Semiha Berksoy, yazar Suat Derviş ve kısa süre önce ölen dönemin bir başka genç yazarı Cahit Uçuk da Nâzım Hikmet'in gönlünü kaptırdığı kadınlar oldu.
         Nâzım’ın bu “hızlı” süreçte yaşadıkları karşısında bana en çok dokunan, “Piraye” şiiridir. Çeşitli sanatçıların ortak çalışması olan  “Salkım Söğüt-2” albümünde Hakan Yeşilyurt’un seslendirdiği o inanılmaz ve büyüleyici dizeler, yurdundan ayrı düşmüş bir şairin dayanılmaz içsızısını anlatır.
         Yine, Nâzım’ın yaşamında beni en çok etkileyen ve öfkelendiren bir diğer olay da, oğlu Mehmet Nâzım henüz 3 aylıkken Türkiye’den kaçmak zorunda kalması, ancak hemen akabinde Vera ile evlenip oğlunu ve Münevver’i terketmesiydi. Türk şiir tarihi Nâzım’ın mağduriyetini yazdı, ama Münevver’in ve babasını hiçbir zaman affetmeyeceğini söyleyen Mehmet Nâzım’ın kederi hep unutuldu.
         İsmet Özel de, olağanüstü yeteneğine rağmen, siyasal alandaki bazı “gaflarıyla” hep şimşekleri üzerine çekti. Sivas katliamı konusundaki görüşlerinin yanı sıra, özellikle son dönemde gazete ve dergilere verdiği mülâkatlarda edebiyat üzerine söylediği “iddialı” sözler de, İsmet Özel’in hedef tahtası hâline gelmesine yolaçtı. Hele hele, hiçbir kitabının kapağını bile açmadığını söylediği halde Orhan Pamuk hakkında atıp tutması kolay yutulur lokma değil! İsmet Özel de -Yaşar Miraç’ın deyimiyle- toptancı sürüsüne uyarak, okumadan kehanette bulunma ermişliğine ulaştı!

         İsmet Özel’in kimliğinde gezinen “sosyalist hayalet”

         Yine de, İsmet Özel’i Türk şiirinde Nâzım Hikmet’ten sonraki süvari ilân etmenin haklı gerekçeleri var. Bir kez İsmet Özel, özgün ve kendine has şiir kimliğiyle, bu unvanı çoktan hak ediyor. Türk şiirinde, Nâzım sonrası, Ahmed Arif dışında hiçkimsenin şiiri İsmet Özel’inki kadar tartışma yaratmamıştır. Bu kategoriye bir tek Attilâ İlhan olgusunu yerleştirmek mümkün. Ama Ahmed Arif’in kendine özgü bir dönem yaratıp geriye çekilmesi, Attilâ İlhan’ın ise şiirde duraklama dönemini ha bire uzatması, İsmet Özel’i bütün gel-gitlerine rağmen bu kategoriye oturtuyor.
         İsmet Özel’in gel-gitlerini ise bir süvarinin zaman zaman hırçınlaşan atının üzerinde sendelemesine benzetmek mümkün. Ama tüm bu handikaplara rağmen, İsmet Özel ayakta kalmayı başarıyor. Çünkü İsmet Özel’in şiiri, kendisi zaman zaman aksini iddia edecek tutum ve davranışlarda bulunsa da, aslında Türk insanının duyarlılığına ayna tutuyor. O aynada, törpülenmemiş bir sosyalistdamar mevcut. İsmet Özel, hele ki son dönemde söylemini çoğalttığı “Türklük” kavramına müşteri araya dursun, iletmek istediği evrensel mesaj hiç değişmiyor: Dünyanın katılıklarına ve baskılarına karşı duyarlı insanın çıkışı. İsmet Özel, yıllardır, hatta en baştan beri o sesin şiirini yazıyor. İsmet Özel’in kimliğinde gezinen sosyalist hayalet, bazen içinde bulunduğu koşullara isyan ederek İslâmcı bir vaaz tutturuyor, bazen de tekil yalnızlığa eklenen “ülke yalnızlığı” sayesinde bir anda başına Türklük kavramını sardırıyor.
         Bu çelişki, yolu uzun, kalbi yorgun, kamçısı kopuk bütün süvarilerin ortak özelliğidir.
Yeni dergisi, Mart 2005
name="ctl00" method="post" action="Default.aspx?SayfaId=103" id="ctl00">

Cihan Oğuz, 2005-2017

Cihan Oğuz Facebook  Cihan Oğuz Twitter  Cihan Oğuz Instagram

Web Sitesi Tasarımı ve Yönetim Paneli